Tarihin sürekli bir ilerleme, bir tekâmül mü yoksa rastgele olaylar serisi mi, yani bazen iyi bazen kötü olaylarla örülü bir yaşanmışlıklar bütünü mü olduğu ilim camiasında tartışılır. İlkine göre tarih sürekli bir ilerlemedir. Buna göre de bizler her anlamda, geçmişteki insanlardan daha iyi yaşamaktayız.
Benim pozisyonum ise şudur; örneğin tıp konusunda kesin bir ilerleme söz konusudur. Bu bazı diğer teknik alanlarda da geçerlidir. Fakat iş dönüp dolaşıp fikri alanına gelince değişir. Bazı fikri ortamlar, sosyal yapılanmalar, geçmişin bazı dönemlerinde daha iyidir. Nitekim bu görüşü savunanlardan bazıları da zamanın Rönesans aydınlarıdır. Zira onlara göre mevcut durumları kötü ama Antik Yunan-Roma geçmişi fikri düzeyde ileridir.
Burada ise neyin iyi neyin kötü olduğu sorusu sorulmalıdır. Örneğin ticari bir girişimci, tek kişi işletmesi sahibi için bugün işler geçmişe göre daha kötü olabilir. Ama işçiler için belki bu böyle değildir. Nitekim kimse 19. yy. başı İngiltere’sinde işçi olmak istemez. Ama belki bugün de istemeyecektir. 1970 – 80’ler mavi yaka olmak için belki daha da iyidir.
Kıssadan hisse, sosyal yapılanmalar ve düşünme ortamları sürekli bir değişim halindedir ve zaman zaman geriye gider. Bu geriye gidişi algılamaysa kişinin pozisyonuyla ilişkilidir. Birisi için iyi birisi için kötü olabilir. Ben ise bugün modern olanın ileri olduğunu, diğer her imkânın ise geri olduğunu iddia ediyorum. Modern olan, bireyin toplum ve devlet karşısında görünür ve görece güçlü olduğu bir durumu ifade ediyor.
İşte birey olmak da modernleşmenin, dolayısıyla Batı’nın, Doğu’dan ayrıldığı noktaya götürüyor bizleri. Hakikaten Batı’nın uzun soluklu ilerlemesi, nihayetinde bireyin güçlenmesidir. Fakat bu birey rasyoneldir. Rasyonel olmak, salt öyle istiyor diye her şeyi yapabilme halinden ziyade, akla yatkın olanın peşinden gitmeyi, kendi anlık hazlarına ket vurmayı, bir olgunlaşmayı gerektirir. Yani birey önemlidir ama özelde rasyonel birey önemlidir-değerlidir.
Peki bu rasyonel birey nasıl var olur? Bu birey eğitim almalı, sürekli kendisini geliştirmelidir. O hal ile rasyonelleşme yoluna çıkabilir. Lakin bu yol tek başına alabileceği bir şey değildir. İnsan olmanın gereği, sosyalleşmedir. Yolculuğunda yardım almalıdır. Bu da onu öyle veya böyle bir toplulukla iç içe geçirecektir. Topluluk, buradaki adı ile cemiyettir.
Nihayetinde Batı’nın cemiyeti de üyelerini rasyonel bireyden seçer. Bu cemiyette esas, hür ve rasyonel birey olmaktır. Evet, bir topluluk vardır, o topluluk içinde olanlar da ortak kuralları takip eder ve hatta topluluğun gereği bir hiyerarşi de olabilir ama günün sonunda topluluk hiyerarşisi sizden birey olmanızı, hatta rasyonel ilke dahilinde hür birey olmanızı ister. Öyleyse topluluk üyeliği aslında sizi sınırlamaz, tersine özgürleşme yolunda güçlendirir.
Birey olarak bir topluluğa dahil olmak ve öyle var olmak da bizi Doğu’nun Cemaati ile ayrım noktasına getirir. Zira cemaat terimi ile andığım şark topluluğu, temeline kişinin topluluk içinde erimesini alır. Katı bir geçmişten gelen kurallar bütünü içinde istisnasız herkes topluluk içinde erimeli, şahsi bir çıkar ve düşünce içinde olmamalıdır. Dolayısıyla düşünce tektir, renksizlik esastır. Bu durum daha net ifadesini İslami tarikatların şeyh – mürit ilişkisinde bulur. Burada yaşanan, modern dönem derneklerinin başkanı ile üye arasındaki ya da mentör – danışan arasındaki ilişki gibi değildir. Ortada topluluğu kapsayıcı biçimde kuşatan bir şeyh ve ona tabiler vardır.
Bu minvalde de şu söylenebilir; Batı’nın gelişiminde rasyonel bireyin var olabildiği cemiyetler (Anglosakson-Alman-Fransız fikir kulüpleri vb.) belirleyicidir. Kişiler, birey olanın verdiği renklerini koruyarak, birbiriyle karşılaştıkları bu cemiyetlerde, modernizmi ortaya çıkarmışlardır. Doğu toplumları ise burada ayrışmıştır, zira bireyi inşa edememişlerdir. Günümüzde yaşanan çoğu sorunda da (sosyal medya linçleri vb.) birey olmayı anlamama, bireye tahammül edememe vardır.