Geçen yazımın sonunda kurban ritüellerinden bahsedeceğimi açıklamıştım. Fakat Cüppeli Ahmet Hoca’nın açıklamaları beni bu yazıya itti.
Cüppeli Ahmet, Türkiye’de artan Selefilik’ten bahsetti. Artan Vehhabizm ve Selefiliğin ülkeyi bir iç savaşa sürükleyebileceğini belirtti. Hatta örgütlü halde buna hazırlandıklarını söyledi.
Muhakkak Cüppeli’nin tespitlerinde bazı haklı yanlar var. Türkiye artan bir biçimde, Doğu’dan gelenlerce taşınan aşırı dini akımların etkisiyle gergin bir atmosfere giriyor. Gerginlik ilkin tarihsel olarak Türkiye’de bulunan İslami grupları tehdit ediyor. Nitekim bilhassa radikal Selefi Cihatçılara göre seküler kesimler zaten kafir. O halde sekülerlerle bir yarışa girmeye gerek yok. Onlar silah zoruyla ele geçirilmesi gereken bir topluluk. Bu realite seküler kesimleri selefiler- tarikatlar arasındaki kavganın bir öznesi olmaktan çıkarıyor. Zaten Cüppeli Ahmet Hoca da sekülerleri kendi yanına çekmeye çalışmıyor. Evet, Atatürk’e dil uzatılmıyor ama laik bir rejim de dert edinilmiyor. Temel dert, devlet ile pazarlık yapıp selefiler yerine tarikatlar yanında saf tutulmasını istemekten ibaret kalıyor.
Peki tablo gerçekten böyle okunmaya müsait mi? Yani, ülkede iki ayrı yapı; güçlenen Selefilik-Vehhabizm ve karşısında tarikatlar mı var. Seküler kesimler edilgen figüranlar mı? Demokratik ve yasal normlar içinde kalmak kaydıyla, yapacakları bir şeyler yok mu? Aslında geniş imkanlar var.
Türkiye özellikle son kırk yılın neticesinde şehirleşti ve şehirleştikçe sekü- lerleşti. Bu sekülerleşme dinin gündelik hayatı belirleyen bir şey olmasını dışladı. Yani insanlar, cennet-cehennem ikilemi yerine görece daha çok dünyevi kaygılarla yaşamaya başladı. Bu değişim süreci de köklerini Osmanlı’dan aldı, Cumhuriyetin başında şehirli kesimlerde iyice görünür oldu. Günümüzde de geneli kapsar hale geldi ve geliyor. Böylece son olarak ailesi AKP seçmeni olan, mütedeyyin ailelerin çocuklarında da hatırı sayılır bir seküler- leşme yaşandı.
Bu noktaya kadarsa sekülerleşme gayet evrensel bir şey olarak var oldu. Türkiye’de yaşanan bir diğer evrensel değişim ise sekülerleşme neticesinde geleneksel dini tutumlar ve bağlantılı iktidar politikalarının yeni toplumsal taleplerle uyumsuzluk yaşamasıydı. Bu uyumsuzluk yanına ülkemizdeki gençlerin umutsuzluğunu ekleyince, sonunda verili din yani Türkiye’deki Sünni İslam yorumu ile gençlerin arasının açılması sonucuna ulaşıldı. Bu aranın açılması da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından sıkça tespit edildi. Türkiye’de kadim dini anlayış olan Sünni Hanefi anlayış erozyona uğruyordu. Bir taraftan Selefilik diğer taraftan Deizm yükseliyordu. İki ayrı uç gelişiyordu.
Nihayetinde geleneksel Sünni yoruma en büyük darbeyi de bir Siyasal İslamcı parti vurdu. Gençlik iki uca savrulmaya başladı. Lakin bu savrulma biryana seküler kesimler için de yeni imkanlar gelişti.
Nitekim metropol gençleri arasında İslam’ın katı yorumları sorgulanıyor. Üniversitelerde giyim kuşam duvarlarını aşan kızlı-erkekli öğrenci grupları hayat dertlerini birlikte göğüslemeye çalışıyor. Yani giyimleri iki ucu sergileyen; aşırı dekolteli bir genç kadınla, türbanlı bir genç kadın iyi birer arkadaş olabiliyor. Bu realite ise bir sorgulamayla geliyor. Gençler sorguluyor ve böylece eskiden geleneksel yapıda kabul edilemeyecek çokça yeni gelişmenin benimsenebileceği bir iklim gelişiyor. Bu da liberal bir ortamın, laik bir devlet altında yönetimin aslında seküler gelişme için en büyük avantaj olacağını bize gösteriyor. Tersine özgürlük kısıtlamalarının da zaten sekülerizmi daha da güçlendirdiği nokta- sına bizi götürüyor.
Yani seküler kesimler sadece özgürce yaşamak için sabırla çalıştıkça, sade vatandaş oldukça, o koskoca sözler söyleyen grupları aşan bir etki yaratıyor. Başka bir ifadeyle, Atatürk’ün pozitivist aydınlanmacı milliyetçiliği için geniş imkanlar oluşmaya devam ediyor. Önümüzdeki süreç de düşünsel hayatın yeni bir modern düstur tanımlayıp, milli bir kimliği laik bir anlayışla tekrardan inşa etmesiyle ve ardından siyasetin de bu mecrada akma- sıyla şekillenecek kuşkusuz. Zira su oraya akıyor. Su, Yeni-Atatürkçü Türk aydınlan- masını besliyor. Sonuç olarak ünlü Alman tarihçi Helmut Reinalter’in bize hatırlattı- ğı gibi, aydınlanma bir sürekli süreç ve her zaman tekrar tanımlanmaya müsait, amaç müreff eh ve özgür olmak olduktan sonra.