Son günlerde yaşanan bazı olaylar hepimizi ‘adalet’ kavramını düşünmeye itti. ‘Adalet’i kimden bekliyoruz. Gerçekten ‘Adalet’ dediğimiz şey somut olarak neye karşılık geliyor. Nasıl oluyor da zaten gerçek ‘Adalet’ olup olmadığını bildiğimiz bir şeyi aramaktan vazgeçmiyoruz.

Aman deyim yanlış anlaşılmasın, ‘Adalet’ arayışı derken, Kılıçdaroğlu’nun 25 günde 420 kilometre yürüyerek aradığı, Maltepe’de bulduğu ‘Adalet’ten bahsetmiyorum. Bahsettiğim daha gerçek, somut bir şey. Devleti, sistemi ayakta tutmak için var edilen değil, herkes için saf ve adil bir adalet.

***

Antik Yunan filozofu Platon, hocası olan Sokrates’in ölüm cezasına mahkûm edilmesinin ardından, kendisini kaçmaya ikna etmek için uğraşan öğrencisi Kriton’a; “Mahkeme kararlarının hükümsüz olduğu, basit bireyler tarafından geçersiz kılınıp ayaklar altına alındığı bir devlet ayakta kalamaz” diyor. Tarih, Platon’u uzun vadede haklı çıkarıyor, Antik Yunan bir aşamada çöküyor. Egemenler, Platon’dan mı ders aldı bilinmez ama sistem çökmesin diye ‘Adalet’ ile ilgili tüm detayları kendi güçlerinin daimi olacağı her koşulda kendilerinin haklı çıkacağı bir forma dönüştürüyorlar.

***

Tam bu noktada yazı vesilesiyle, bu konuya ilişkin kafanızda yeni bir pencere açacak, bir kitap önermiş olayım, Ezgi Duman’nın, “Leviathan’dan Neoleviathan’a Suç, Ceza, Hapsetme” kitabı meselenin özünü çok iyi özetliyor. Duman, Fransız sosyolog Loïc Wacquant’ın araştırmalarını referans göstererek “Dünyada suç oranlarında ciddi bir artıştan bahsedemiyoruz. Ancak hapishane sayısını ve hapishane nüfusunu artırmak yükselen bir trend. Mevzu, suç oranlarındaki artış değilse ne? Neoliberal politikalar ve neticeleri ya da ihtimalî neticeleri nedeniyle ‘güvenlik’ politikalarında ve hâliyle hapsetmede değişiklikler yaşandı. Bir yandan refah devleti politikalarının geri plana düşmesi, yani neoliberal politikaların öne çıkmasıyla beraber işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk had safhaya çıkmış, yani ‘tehlikeli sınıflar’ nicelik olarak artmış durumda. Buna binaen suçlulaştırma ve hâliyle hapsetmenin işlevi hem ekonomik hem siyasal açıdan yükseldi” diyor. Kitabın tamamı kronojik olarak bu teoriyi kanıtlamak üzerine örnekleri barındırıyor.

Biz bu teoriyi Türkiye üzerinden mikro ölçekte değerlendirerek bile kanıtlayabiliriz. Son 5 yıl içinde iktidarın yaptığı siyasi hamleler ile ‘adalet, suç ve cezalandırma’ kavramlarını kendini ayakta tutmak için adeta baştan yarattığını söyleyebiliriz.

Birkaç spesifik örnek verecek olursak, darbe girişimi sonrası, ‘milli güvenlik’ gerekçesi ile OHAL’in uzadıkça uzatılması, anayasal hak olan grevlerin yasaklanması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tüm kamuoyunun gözü önünde patronlara seslenerek, “İşçi grevlerini sizin için yasakladık” demesi, daha geçen ay Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin yabancı şirket yöneticilerini toplayıp, “Bir problem yaşadığınızda bize hemen ulaşırsınız. Bürokrasiyi alaşağı ederiz, arkamızda Cumhurbaşkanımız var…" demesi bile yeterli olurdu. Ama malumunuz iktidarın bir ayağı çukurda haliyle tezimizi kanıtlamak için daha fazla argüman elde ediyoruz.

***

Mesela Gülşen olayına dair birkaç küçük ayrıntı ve soru bu tezin kanıtı sayılabilir.

Gülşen, Türk Ceza Kanunu’nda olmayan bir ‘suç’ işledi. Yine hiçbir kanunda olmayan hiçbir maddeye göre yargılandı. ‘Kaçma tehlikesi’ olduğu için önce tutuklandı, sonra ev hapsi koşulları sağlamadığı halde (tutukluluk durumunun ev hapsine çevrilmesi için bazı koşulların oluşması gerekiyor. Bunun başında sağlık koşulları geliyor) ile cezalandırıldı. Gerçekten bir ‘Adalet’in varlığından söz ediyorsak ve Gülşen’in yaptığı suç teşkil ediyor ise ‘suç’ her gün başkalarınca devlet kanallarında kamuoyuna açık alanlarda, defalarca işlenmiyor mu? Yargı her vatandaşa başka kanun mu uyguluyor? Yoksa kanunun yaratıcısı, dört nala gelen seçimlerde kendi kitlesini konsolide etmek için yeni suç ve suçlular mı yaratıyor?

***

Sonuç olarak bu sistem içinde var olan hiçbir ‘Adalet’in bizim haklarımızı tam manası ile korumayacağını söyleyebiliriz. Adalet arayışına, adalet kavramının gerçek manasını arayarak başlarsak belki bulmamız kolaylaşır. Adaleti ararken belki bize ışık olur diye, Bertolt Brecht’in şu dizelerini de buraya bırakayım;

“Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları hepsi halka karşıdır.

Kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları hepsi halka karşıdır.

Dergileri, gazeteleri, bütün yayınları, hepsi halka karşıdır.

Bunların hiçbiri onları kurtaramayacak,

durduramayacaklar halkın coşkun akan selini...”