Denizli’den Pamukkaleye giderken yol üstüne rast geldiğiniz bi tabela vardır. Korucuk yazar tabelada. Ecirli deriz biz Pamukkaleye. Bi zaman turizm patlamıştı hem de öyle böyle değil. Karavanına atlayan mı dersin, gocaman bi motora iki kişi tee İsveçten atlamış gelmiş mi dersin… Anlatmakla bitmez gari. Bizim oralar misafirsever sayılır. Birkaç köy yok değil yabancılardan nefret eden. İşte bu anlatacağımız hikaye de kendini padişah efendinin soyundan zanneden bir sabah güneşi vurmuş. E güneş bilir ne zaman kime düşeceğini ışığının. Neyse yatağının ıslaklığı şöyle dursun bu Sülüman çocukluktan bu yana iki meşe (misket) kazanabilmiş değil. Ama hırslı da. Bi keresinde bizim Korucuk sporun seçmeleri olduydu bu Çıfıt her yolu deneyip kendini attıydı içeri. En sonunda hoca bunun yalanlarından bezdi de gönderiverdi takımdan.
İlkokuldayken işte sevdiğimiz bi kız oldu muydu saçını çekerdik. O zamanları sevgiyi yansıtma biçimi bile öyleymiş. İşte bi sürü sosyolojik sorunun cevabı size gari. Neyse mevzu bu değil. Anayla babayla kavga edildin mi hemen atlar bisikletlere evi terk ederdik. Bizimkilerin turistik bi yeri vardı, ben oradan çeşitli bisküveleri, meyve sularını neyim toplar 3 ağaç ileri gider, serinlikte bi yerde erzakları tüketir sonra eve dönerdim. Bu Sülüman bi gün dedi ki “böyle olmaz oğlum, en az 5 ağaç uzağa kaçmalıyız.” Velhasıl arkidişler kaçtık biz de uzaklara. Irlıganşı ayrımından yokarı doğru gidip köyün çarşısına denk geldik. Bakkalın biri çocuklar için oyuncaklar koymuş dükkanın önüne. Bu Sülüman oradan polis arması ve silah olan seti yürütmesin mi. Ben aval aval çevreye bakarken köylüler bizi tutmasın mı. Durduk yere aldık başımıza belayı. Benim bu Sülümanın oyuncağı yürüttüğünden haberim yok. Öyle çevreye bakıyorum. Karşıdakı lokantanın sahibi bu da gözcüydü diyiverince beni de aldılar götürdüler karakola. Allahım kıpkırmızı olmuşum. Anama, dayıma ne diyicem. Dayım herkes tarafından tanınan bi adam. Adama nasıl aşık olduysa annanem Şaheser koymuş göbek adını. Çevre de öyle biliyor. Ulan yüzüne bakıp ta bu işin içinde ne olduğumu nasıl anlatıcam. Neyse bi zaman sonra bu Sülüman’ın babası gedi karakola. Dedi ki “Bak benim çocuk nasıl da polis sever. Onca oyuncak arasından neyi çalmış. Vatansever bir çocuk olarak büyüyeceği besbelli. Ben onun cezasını evde veririm” dedi ve Sülümanı da alıp gitti. E ben? Ulen ben? Ben kaldım orada.
Dayımın, anamın, babamın zılgıtını, babamın smaçör bir solak olduğunun bilgisini vererek bu bahsi kapıyorum. Ertesi gün okulda Sülümana çocuklarda bi ilgi bi ilgi. Herkes onun hırsızlığını değil de vatanseverliğini duymuş. Bu Sülüman bu gazla sınıf başkanı bile oldu. Arada benle konuşmaya çalışsa da omzuna yumruk gömçürtme itibarıyla okul tabanıyla tanıştırıp, uzaklaşıyorum kendisinden. Gel zaman git zaman bu Sülüman çok önemli adam oldu. Köyün ortalık yerinde herkese neyin nasıl yapılması gerektiğini yarım yamalak bilgisi ile anlatıyor. Köy sandığını buna hediye ediyorlar bu da gidip vatanına milletine harcıyor. Öyle ki karşı köyü komple almasının dışında bi serveti yok zat-ı muhteremin bi hırka, bir kuru ekmek, sımsıcak vatanseverlik. Bizim evin yanında köyün ortaklaşa kurduğu bir fırın var, günlerden Cuma bu çıtı geldi. Önce Cumayı mübarek etti sonra da bu fırın artık vatanın güvenliği için benim dedi. Fırını açan yardım severler itiraz edince bunlar bu köyün gelişmesini istemeyen hainlerdir diye kolluklara verdi. Gittim bunun yanına, şöyle bi tepeden tırnağa süzdüm; “Bana bek hele bi Sülüman! Sabah güneşinin vurduğu Sülüman! İhanetinin ne demek olduğunu sen mi öğreteceksin bize” demeye kalmadan, apar topar beni köylünün ahırına kapattı komşular. Sonrasında Muhtar geldi, “Dur hele oğul, bırak konuşsun Sülüman, biz sabah güneşi gibiyiz ne zaman nereye vuracağımızı biliriz. Köyü pirince bağladım, tavladım sandım zavallı, sen bizi küçümseme hele.”