Yazmak için masanın başına her oturuşumda memleketin bir yanında olan biten ne varsa bir süredir yazdığım her şeyi anlamsız kılıyor. Bu nedenle burada okuduğunuz yazı dört kez değişmiş, birbirinden alakasız biçimler alarak en sonunda bu haliyle karşınıza çıkmıştır. Hemen her gün değişen gündem, yazmaya çalıştığım her şeyi boşa çıkarıyor. Yani ben Diyarbakır’a dair hazırladığım bir yazıyı İz Gazete editörü arkadaşlara yollayacakken Ankara’da bir patlama oluyor, Ankara’yı yazarken İstanbul… İstanbul derken Yüksekova… Belli ki ortası yok, ya umutsuzluğun ikliminde savrulup gidecek memleket insanı ya umudu bir mevsim öteye taşıyacak. Bu yazıda biraz da tüm kentlere olan borcumu aynı anda ödemek adına dağınık gitme hakkımı kullanacağım, şaşırmayın.
Aslında Diyarbakır’dan bahsedecektim bir yazımda bu bir İzmir yazısıdır diyerek sizlere. Yıllar önce gidip kentin kadim tarihine şahitlik ettiğim, bugün girmenin mümkün olmadığı Suriçi sokaklarını falan anlatacaktım kendimce. Ahmed Arif’ten, Cahit Sıtkı’dan bahsedecektim. Her şey normale dönerse muhakkak görmelisiniz, Dengbej evini anlatacaktım. Fiskaya’da bir bardak çay eşliğinde Dicle’yi seyre dalmayı tavsiye edecektim sizlere. Ve bu yazının bir İzmir yazısı olduğuna ikna etmeye çalışacaktım sizi. İzmir’in barış yüzüne güvenerek. Sonra Ankara’da patladı bombalar.
Ankara… Hayatımın en önemli duraklarından biridir laf aramızda. Öğrencilik yıllarımızın neredeyse tamamını yoksul gecekondu mahallelerinde geçirdiğimiz bir yanı dost şehir. DTCF’nin yiğitliğe leke sürdürmez politik çatışmaları, gecekondu mahallelerindeki dayanışma ve o yoksul mahalleleri çeviren kavak ağaçları. Bilseniz ne güzel olurlar baharda. Sonra Sakarya Caddesi aylaklığı, gaza boğulan Kızılay eylemleri, yoldaşlar, yol arkadaşları… Gri ve gergin şehir Ankara’da yaşanabilecek her şey. Şair Ankara’nın İstanbul’a dönüşlerini sevse de inadına Ankara’ya giden bir düştü bizimkisi anlayacağınız.
Şimdilerde kâbusa dönen bir düş aslında bu. Tam da bu nedenle uzunca bir zamandır ne Mamak, ne Dil Tarihtir Ankara bana. Ankara artık Gezi Direnişinde -gaza boğulmuş bir İzmir gününde vurulduğundan habersiz kulaklarını çınlattığımız- Ethem’in vurulduğu yerdir, gar önünde Korkmaz’ın düştüğü yerdir, ismi lazım değil gözümüzden sakındığımız bizim “Kıvırcıktır”. Bir kent böyle ölür işte, Ankara Kızılay’da bombaların patladığı otobüs durağıdır. Üzerine yazacak çok da şey kalmamıştır.
Sonra İstanbul… Gezi Direnişinde iğne atsan yere düşmez kalabalıkları ağırlayan İstiklal Caddesi... Sonra bir sağır eden gürültü, yitip giden canlar bir kez daha. Sonrası boş sokaklar, boş caddeler, boş meydanlar ve bomboş şehirler. Sonrası aklımızın bir kenarında yaşam, bir kenarında ölüm tedirginliği… Sonrası İzmir caddeleri, baharın dahi ısıtamadığı Alsancak akşamüstüleri… Sonrası akşam vakitleri, gece suskunluğu bir kentin... Ve sonrası şafakla birlikte bir sabah vakti...
Şimdi sırasını beklemesin diye geri kalanlar, ağıtlara yeni adresler bulunmasın diye kentlerde, geriye salt bir gülüş kalmasın diye birilerinden, yüksek sesli bir itiraza ihtiyaç var belli ki. Klasiktir; aydınlığa en yakın yer en karanlık olan yerdir derler; o karanlığı yırtıp atmanın koşulu olarak kentlere ve kentlerin insanlarına biraz yüksek sesle söylenmek düşüyor. O söylenen söz son söz olmasın diye… Sonra mı? Sonrası kolay.
Barışı isteyin, insanı sevin; gerisi sağlık olsun.