Hepimiz koca bir sıkışmışlığın içindeyiz. Söylediğimiz sözlerin anlamı olması için mücadele ediyor ve duyduğumuz cümlelerin düşlerini kuruyoruz. Kırılganlık ve umut arasındaki çizgi evimiz gibi sanki. Kapalı anlatımların nereye varacağını ve kimin ne anlayacağı bilmeden konuşuyoruz hep beraber.
Çocukken gördüğüm ufoları anlatmak mümkün olsa keşke. Bu anlatılara deli deli bakmasalar. Düşündüğümüz her şeyi konuşabilsek ve sonunda yine sarılabilsek birbirimize. “lan bırak bunları” diye kesti sözümü Hüseyin sonra. Güldüler öyle. “kalk hadi yerine yat” dedi cim bomlu Mustafa. Geçen hafta renkli hayatlarını kararttığımız Mustafa. Şimdi ona böyle desem tribün jargonundan çıkan bu söze edebi anlamlar yükleyerek acılanabilir. Tribün çocukları aşağılanmanın türlü çeşitlisini yaşar çoğu zaman. Tabi onlarca kitabı bir çırpıda okumuş bitirmiş dostlarımız, tribündeki bakıp bakıp ne biçim insanlar bunlar diyebilir. Tarihin en kitlesel katharsisini yaşayan bu toplam hor görülebilir. O arınmadan bi haber kitleler, toplumun birbirine sarılma özlemini, kazanma özlemini, bir arada durma özlemini anlamakta zorluk çekebilir. Bunda bir beis var mı yok tabi. Peki konumuz bu mu?
Şimdi açık açık konuşalım dostlar, böyle olmaz. Bazen suya yazı yazıyor gibi geliyor insan. Çoğu zaman radyo programı yaptığımda hissederdim bunu. Konuşuyorum, anlatıyorum ama kim bilir nereye? Doğrusu şu, burda yazılanlar bir dertleşme aslında. Bazen çok yakından tanıdığınız biriyle, bazen hiç tanımadığınız bir insanla. Laf kalabalığı değil yani. Sahici, samimi o an içinden geçenler. Hiç bir yazımı önceden yazmıyorum mesela. Bir gün önce öğlen saatlerinde, bunun doğru olduğunu düşünmeyen bir Ceren vardır her zaman tabi. Ceren ister ki yazılar önceden elinde olsun. Vuruş sayısı bilinsin. Reklama, gelen habere göre bir yere koyayım onu. Ceren bu, neler istemez ki? Hülasa; son anda içimden geçenleri yazıyor olmamın bir sebebi var. Son anda gündemi kaçırmamak, belki de aslında yazıyı okuyup yeniden düzeltmek istememem. Senle, evet okuyan senle bir kahve içimi dertleşmek istediğimden. Kafam karışık olabilir biraz yine de beni dinleme açlığından aslında.
Önümüzdeki hafta mesela Konak Belediyesinde geçirdiğim beş yıla dair bir yazı alıcam kaleme ve gelecek düşlerimle devam edicem. Kim bilir belki düşlerimizin kesiştiği nokta kentimize ve jalklarımıza yeni bir kapı açabilir. Bu şehir insanı kendine benzetir. Ve nereden gelirsen gel içinde İzmir’den bir parça olur zamanla. Yıllar seni İzmir yapmıştır. Onun gibi düşünür onun gibi nefes alırsın. Son dönem gelişen büyük İstanbul göçünden sonra stresimiz artmış olsa da eninde sonunda bu kente benzeyecektir onlarda. Kimilerinin kızdığı muazzam İzmirlilik, en kısa tabiriyle, karşındakine saygıdır. Burda insanlar karşındakine saygı duyduğu için, kornaya daha az basar, daha az kavga eder, birbiriyle tartışmaları ön açıcı olur.
Uzaylılar gelse bu yüzden New York değil, İzmir olacaktır bence ilk tercihleri. Tamam gülme bence öyle. Bu sıkışmışlığın içinden bizi çıkartacak şey belki de tarih asansörün yanındaki aşıklar tepesi çaycısından bir çay içmektir. Sıkışmışlığı def edecek şey düşlerimizi hayata geçirmek için her engele rağmen çalışmak olacaktır. Bu kentte insanlar birbirlerine nadiren ihanet ederler. Kente derin bir tutkuyla bağlı olanlar için ise açlık korkusu, ilkelerini kaybetme korkusundan sonra gelir. Tamam okuduysan, iç kahveni de bir fal baktır.