Birkaç gündür çok önceden yapılmış bir plan gereği yurtdışındayım . Saat burada 02:00. Türkiye'de iki saat daha ileride zaman. İz Gazete'ye yazıyı yazmadan yola düşünce, bu saatte bilgisayarım da yanımda olmadığından telefondan bir şeyler yazmaya koyuldum. Böylesi tuhaf işlerim vardır. Bu hafta yazmasam da olur aslında diye kendi kendime düşünsem de sabah Ceren'den gelecek olan "yazıyı ne zaman yollarsın" mesajına bir cevabım olmadığı için son bir gayretle yazmaya başladım. İki çift söz edeceğiz artık.

Bu hafta coğrafya üzerine kısaca bir şeyler söyleyeyim istedim. Klasik haline gelmiş bir söz var ya "coğrafya kaderdir" diye; buradan başlayayım hatta. Coğrafya kader mi, değil mi ayrıca tartışmak gerekebilir. Coğrafyaya razı gelinir mi kader misali, yoksa insanın coğafyayla olan zorunlu bağı kaderden başka bir şeye mi denk düşüyor? Kader ise eğer, kaderin inanış gereği sahip olduğu değişmezlik hali bizleri önümüze çizilen ne varsa yaşamaya mahkum mu kılar, ne dersiniz? Buraları hep birlikte tartışabiliriz bir ara.

Başta dediğim gibi birkaç gündür Türkiye'den uzakta olmak kimi can sıkıcı gündemlerden de biraz olsun sıyrılmak için bir şans olabilirdi şahsım adına ama ne mümkün? Her gün Kandilli Rasathanesi sitesinden nerede ne zaman deprem olmuş diye bakıyorum durmadan. İzmir'deyken bu kadar bakmışlığım yoktur.

Bir gün gecikmeli duydum mesela, Sivas katliamının sorumlularından birisi affedilip cezaevinden salıverilmiş. Bu yaşta aynı gücü bulsa, aynı suçu işleyip, aynı utancı boynuna madalya diye asacağından kimsenin şüphesi olmasın. Bir de o caniyi alkışlayan güruh var tabi. Onlar varken ülkenin aydınlık günlerine ve insani değerlere inanan hiç bir bireyin güvende olmadığını belirtmeye gerek yok sanırım.

Hep mi kötü şeylerden bahsedeceğiz diye düşünüp konuyu biraz dağıtayım istiyorum. Yola çıkmadan önce yanıma bir iki kitap aldım. Yeni keşfettiğim Alef Yayınlarından çıkma. Arjantinli Luisa Valenzuala'nın yazdığı "Aztek Çiçeği" isimli romanını okuyorum fırsat buldukça. Şimdilik Clara adında bir seks işçisinin başından geçenleri anlatıyor, tabi bir de umutsuz aşkını. İlerleyen bölümlerde ne olur bilmiyorum ama romandaki tüm erkek karakterler okuru yeterince sıkıyor. Belki de romanın buraya kadarki başarısı da okuyana yaşattığı bu sıkıntı halidir. Bir kadının naifliğine, duygularına, ayakta kalabilme çabasına ve yer yer çaresizliğine aç yırtıcılar gibi saldıran o erkekler romanın her satırını kör bir karanlığa çeviriyor okur için.

Demeyeyim diyorum ama bizim oralarda da her gün yaşanan tecavüzler, kadın cinayetleri, kadına şiddet vakaları kitabın her satırında insanın aklından geçiyor. Haberlere göz gezdirirken benzer bir olaya denk geldim yine bu akşam örneğin. Bir kız çocuğuna tacizde bulunduğu iddia edilen bir erkeğin göz altına alındığının haberiydi. Haberin başlığı ise şu şekildeydi. "Bir kız çocuğunu taciz ettiği iddia edilen Fas'lı gözaltına alındı". Fas'lı gözaltına alınırken tacizci erkek manşette koruma altına alınmış anlayacağınız. Uyruk vurgulanırken erkeklik gizlenmiş. Irkçılık, tecavüzcülük ve toz kondurulamayan "yüce erkeklik" çoğu durumda kol kola girmiştir şimdiye dek.
 

Hepsi aynı "kudretten" beslenir. Coğrafyamız bunun sayısız örneğiyle doludur.

Sözü fazla uzatmayayım. Memlekette yaşanan ne varsa boğazımıza sarılıyor nefesimiz kesilene kadar. Boğulur gibi oluyoruz çoğu zaman. Haydi biraz uzaklaşalım deyip hangi kapıyı çalsak; yani bir kitabın satır aralarına da gizlensek, ülkeden uzaklara da gitsek o çaldığımız her kapı yine memlekete açılıyor. Ayrı düşemiyoruz sevinçlerimizin ve hüzünlerimizin topraklarından. Bu yüzden razı olacağımız bir kader ya da boyun eğeceğimiz bir alın yazısı değil belki ama insanın içinde umudunu besleyip, büyüten bir yaradır coğrafya.