CHP lideri Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan imzalı bir belgeyle bir ihalede 6 milyar TL'nin "peşkeş çekildiğini" söyledi.
Önümüzdeki seçim süreci dönemde iktidarı sarsacak daha ciddi belge ve dosyaların muhalefete akmaya başlayacağının da sinyalini verdi. Muhalefetin yapacağı iktidara gelmek için iktidarın ezberini bozmak bu gibi yolsuzluk dosyalarını ve iddialarını her gün gündeme taşıması gerekiyor. Her yolsuzluk vakasında mutlaka “kazanan” ve “kaybeden” taraflar olur. Eğer yolsuzluk, çoğu zaman olduğu gibi, “kamusal yetkinin bireysel zenginleşme maksadıyla yasa ve etik dışı kullanımı” ise o zaman bu süreçte “kaybeden”, kaçınılmaz olarak “kamu”, yani o yolsuzluğu yapmayan tüm toplumsal kesimler olacaktır. Eğer kamu ya da toplum, başta hukuk devleti olmak üzere, yolsuzluğu önleyici kurum ve mekanizmaları oluşturamamışsa, o zaman yolsuzluğun önüne geçmek mümkün değildir. Önüne geçmenin tek yolu kalıyor o da yolsuzluk kaynaklarını kurutacak bir iktidarı oluşturmaktır. Tevfik Fikret’in 1912 yılında yayımlanan ve dönemin yöneticilerini eleştirmek için “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı zi-safa sizin / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin” sözlerini içeren şiiri “Han-ı Yağma”, bundan yaklaşık 100 yıl önce de Türkiye’de yolsuzluğun önemli bir mesele olduğunu bize gösteriyor. Türkiye’de geçmişten beri, adamcılık, kayırma, torpil, rüşvet gibi yolsuzluk örnekleri görülür, duyulur. Her siyasal parti, “kendi adamına” ihale verir, “kendi adamını” işe sokar. Bunlar toplumda bir yandan ayıplanırken bir yandan da kanıksanmıştır. Hatta öyle ki, fırsatını bulduğunda bunları yapmayan neredeyse “enayi” gibi görülür.
Türkiye tarihinde bir siyasal istikrasızlık dönemi olarak değerlendirilebilecek 1990’lı yıllar, yolsuzluğun ciddi anlamda arttığı bir dönem olarak karşımıza çıkar. Bu dönemde, siyasal iktidarın sık değişmesi bir merkezi otorite boşluğu yaratmış, bu da devlet içerisindeki aktörlerin yolsuzluk konusunda rahat hareket edebilmelerini beraberinde getirmiştir. Ancak bugün gördüğümüz üzere merkezi otorite boşluğunun olmaması da aslında yolsuzluğu önlemek şöyle dursun, artıcı bir etken olabilmektedir.
Demokrasinin yeterince gelişmemiş olması, hukuk devletinin ve yargı bağımsızlığının sağlanamaması, medya özgürlüğünün olmaması ya da sınırlı olması, kamu etiği ve yurttaşlık bilincini yeterince gelişmemesi, toplumun, ülkenin değil birey ya da grup çıkarlarının ön planda tutulması, hem ekonomide hem hukukta adalet algısının yerleşmemiş olması gibi birçok nedenden ötürü yolsuzluk, Türkiye toplumunun gerçeği olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Bence AKP’nin art arda seçim zaferleri kazanmasıyla 2011’den itibaren iktidarda gidici değil kalıcı olunduğu duygusu yerleşti. Bu duygu, yeni yolsuzluk ağlarının örülmesini beraberinde getirdi. Yolsuzluğu artırıcı etkenlerden belki de en önemlisi Erdoğan’ın, siyasi değerler üzerinde girişilmek istenen ve her yolun mübah olduğu belirtilen bir hareket ya da fikir akımı olarak tanımlanan Makyavelist siyaset tarzı oldu. İktidarda kalmak için her yolun mubah görüldüğü bu siyaset tarzında, iktidarın devamlılığı sağlandığı ölçüde, devlet içerisindeki büyük ya da küçük yolsuzluk ağlarına göz yumuldu. Hatta Erdoğan ve yakın çevresi, çoğu zaman bizzat bu ağların içerisinde yer aldı. Erdoğan ve AKP, bu siyaset tarzıyla yolsuzluklara sadece kendisi göz yummadı, aynı zamanda iktidarına zarar geleceği düşüncesiyle devlet, parti ya da belediyelerdeki yolsuzlukların Yargı ve özellikle Sayıştay tarafından soruşturulmasını ve medya tarafından araştırılmasını da engelledi. Yargı ve Medya üzerinde kurulan otoriter denetim, yolsuzlukların toplumun gözünden kaçırılması ve cezasız bırakılması için kullanıldı. AKP'nin demokrasiden, AB süreci ve çıpasından, reform ve hizmet anlayışından, yerel yönetimlerden, toplumsal ittifaklardan, çok taraflı dış politikadan, katılımcılıktan ve çoğulculuktan uzaklaşarak, aşırı merkeziyetçi, İslamcı, tek taraflı, tek kimlikli ve giderek hizmetin yerine sembollerin geçtiği daha milliyetçi ve daha muhafazakâr yönetim anlayışına doğru kayması bir şeyi ne bir şekilde ortaya koydu. O da ilk seçimlerde muhalefete iktidar için bir şans doğuruyor ve hiç bir şeyi yıkıp dökmeden bu şansı doğru kavranıp doğru kullanması gerekiyor.
Bu bağlamda muhalefetin büyük bir zaferi olan yerel seçimlere bir bakmak lazım. Ne olmuştu?
2019 yerel seçimlerinde CHP’li muhalif adayların iktidar partisine karşı kazandıkları zafer çok ses getirdi ve bir muhalefet modeli olarak dünya çapında ilgi çekti. İçinde İstanbul ve Ankara gibi kritik illerin de olduğu 10 büyükşehir belediyesi iktidar partisinden alınmıştı. Bunların belki de en kritik olanında, yani İstanbul’da, seçimler iktidar partisinin itirazlarını takiben iptal edilince olay yerel siyasetten genel siyasete taşınmış ve muhalefetin zaferi de ulusal ölçekte anlam kazanmıştı. Muhalefet bu durumu şimdi genel seçimlerde daha da ileriye götürmek zorunda. Onümüzdeki seçimlere yanlış ekonomi politikaları ve baskıcı anlayışından dolayı ülkeyi yönetemez hale gelen iktidarın ülke insanı üzerinde antidemokratik hamlelerine karşı muhalefet partilerinin armudun sapı üzümün çöpü demeden bir araya gelmesi gerekiyor. Muhalefetin artık hata yapma lüksü yok. Tüm toplumun geleceği için gereken çıkış yolunu açacak bir “demokrasi ittifakı” etrafında bir araya gelmesi, iktidarın hesaplarını daha da bozacaktır. İstanbul seçimlerinde olduğu gibi tüm muhalefet bir araya gelmiş ve AKP'nin beklemediği bir hamleyle bugün bile yankıları süren İstanbul seçimini kazanmıştı. Yani muhalefet oyunun alanını değiştirecek gündemler yaratması gerekiyor. Özetle tüm muhalefet AKP'den rahatsız mı? evet rahatsız. Geriye bir araya gelmeleri yetiyor. "Millet İttifakı" olur "Demokrasi İttifakı'', böylece muhalefet cephesi genişler ve daha seçimler olmadan seçimin sonucunu bu halka göstermiş olurlar. Sonuç, hata yapmadan, döküp, kırmadan muhalefet için 2019 yerel seçim zaferini
2022 genel seçim zaferiyle taçlandırmak olur.