İnsanın özdeşim kurması kadar doğal bir durum yoktur herhalde. İnsan bu, rüzgârdan etkilenir, rüzgâr gibi olur, okyanustan etkilenir dalga gibi olur.
Hayal gücü aklını alır götürür, bir süreliğine de olsa, insanı başka bir şey yapar.
İhsan Yüce’nin yazdığı gibi;
“…ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
daha sonra yaparım hayatın felsefesini
sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni
bazen kadın hamamında tellak….
bazen Christoph Colomb…”[1]
İnsan bu, kendini kaybeder bazen doğanın ve tarihin sayfalarında.
İnsanın kendini ünlü bir sima sanması, fırtına gibi güçlü bir doğa olayı sanması -süreklilik arz etmediği sürece- doğal karşılanır da, soyut bir kavram sanması, pek alışıldık bir şey değildir.
İnsanın kendini devlet sanması ise kesinlikle bir hukukçunun uzmanlık alanına giren bir konu olmamalıdır.
***
Devlet olmak, devlet sanmak gibi olguları farklı olaylar üzerinden biraz incelemek gerekiyor galiba, belki yolu devletten geçen herkes, bir yerlerde buluşur böylece.
Geçen günlerde, kamuya açık bir restoranda, akşam saatlerinde ailesiyle birlikte yemek yerken, kimlik sormak, akabinde zor kullanmak sureti ile özgürlüğü sınırlandırılan bir baro başkanının görüntülerini izledik. Medyada izleyemedik elbette, henüz sınırlandırılmamış sosyal medyada izledik. Görüntülerde bir kişi, vatandaş saflığında, “makul şüphe” ve “yazılı emir” gibi birtakım “zararlı” kavramlarla, “resmi görevlilere” karşı “orantısız güç kullanarak” “mukavemet etmekteydi”. Görüntülerdeki kişinin adı Ekrem Dönmez olup avukat ve üstüne üstlük bir de Baro Başkanıydı. Hukuk eğitimi almış bu kişinin, kolluk görevlilerine yasal dayanak sorması en az halk sağlığı uzmanı Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın, corona virüs hakkında yorum yapması kadar garip bir durumdu ve bu garip duruma elbette ki kayıtsız kalınamazdı ve kalınmadı.
***
Konunun hukuki değerlendirmesi hadsiz bir şekilde çok açıktı; kimlik soran resmi görevlinin bir gerekçesi olmalı ve söz konusu gerekçe, Anayasa’nın kişiye sağladığı hak ve özgürlüklerin ruhu ile uyumlu, yasaların gerektirdiği öze ve şekle uygun olmalıydı; en az bunlar kadar önemli başka bir durum da söz konusu gerekçe vatandaşa kimlik sormadan önce açıklanmalıydı.
Ne var ki, bahsi geçen olayla ilgi düzeyi en düşük disiplin, hukuktu. Çünkü “biz devletiz”, “biz kanunsuz iş yapmayız”, “biz sizden daha fazla devletiz”, “o bizim hissiyatımıza bağlı” cümlelerinin hukuktan çok diğer disiplinlerle ilgisi vardı veya en azından öyle sanılmaktaydı.
Bahsi geçen olaydaki cümlelerden yola çıkarak, hukuki çelişki bir yana bırakılacak olursa, devlet olma sanrısının insana başkaca bir görev yüklediği de açıktı; devlet iseniz kanunsuz iş yapma şansınız yoktur.
Sevgili dünya devletlerinin kanunsuz iş yapmama konusundaki kendilerinden bu kadar emin olmadıkları aşikardı, çünkü tüm devletlerin uyması gereken asgari kuralları belirleyen anayasaları ve uluslararası sözleşmeler vardı ve tabii ki kendini devlet sananlar açısından bunun da bir önemi yoktur.
Kısacası, hissiyatı güçlü, hatasız ve mükemmeliyetçi ve bir o kadar somut, ete kemiğe bürünmüş bir devlet tam karşımızda duruyordu. Platon’un ömrü yetmemişti devleti böyle görmeye, görseydi büyük bir ihtimalle bayılırdı.
***
“enayiymiş be Platon…
bir içsin de görsün…. ne felsefesi varmış bu hayatın
anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu
ıslak kaldırımlarda yürürken acırım
önde yalpa vuran sarhoşun zavallı haline
ukalalık işte derim neme lazım senin
kendine bak; sende bir serserin bir sarhoş….”[2]
***
Saltanatına mağrur olma diyerek gitmek lazım da öyle olmuyor işte.
Yazı bırakmıyor yakamızı, devamı, Devletlum! İlk Buluşma’da.