İzmir ilginç bir kent, ömrünü İzmir’de geçirene de, sonradna İzmir’e gelene de, İzmir’den gidene de. Kentin havasında, suyunda sanki bir şey var da, insanı kendi içine alıyor, ya bir türlü bırakıp gidemiyorsun, ya da kalbin Ege’de kalıyor veya yaşamdan soluklanacağın zaman yine gelmek istiyorsun.
Kent bir de, birçok benzetmenin, atfın içinde akıp gidiyor; kimine göre öğrenciliğin en rahat kentidir, kimine göre emekli kentidir İzmir, kimine göre büyük bir köy. Bu benzetmelerden, atıflardan hiç de gocunulmaz, büyük bir köy olması bir mutluluk kaynağıdır, metropollerin vahşiliğinden hiç nasibini almamış büyük köy sakinleri bu hallerinden gurur duyar; emekliliğini İzmir’de geçirecek olanlar için yapılan benzetme minimal yaşama, sakinliğe, kaygısızlığa bir iltifattır.
Kendine özgü bir dili vardır, jargonu vardır, kendi kendinin mültecisi olmuş bir kenttir İzmir, kentinde keşfettiği her eskiye şaşırmayı sever İzmir sakini.
Ama tüm bunlardan başka bir hali vardır İzmir’in, büyük bir mütevazılıkle ülkeye gönderilen her yeniliğin, her sosyal varoluşun, her ayak diremenin, her ayakta kalışın arkasında garip bir biçimde biraz olsun İzmir yer alır, kendini İzmirli saymış bir kadının, bir erkeğin, çocuğun, yaşlının, gencin düşünsel ve düşsel kalp atışları duyulur.
Tiyatro’ya bakarsın bulursun bir İzmir, sinemaya, şiire, edebiyata, futbola, heykele bakarsın bir yerinde İzmir; direnişin, haksızlığa karşı başkaldırının, özgürlüğün, insanca yaşama dair olanların kaldır kenarını yine İzmir.
Sözü uzatmaya gerek yok, uzun uzadıya değil, Edip Cansever gibi tarif etmek gerekir İzmir’i;
İzmir’in denizleri koskocaman
Çocuklar uzatır ayaklarını denize.
Midye keser ayaklarını kaçarlar
Sevine sevine.
İzmir yine yaptı yapacağını, sezdirmeden, hafif hafif, yaz akşamları gibi yaptı, ülkenin üstüne çöken kara bulutların arasından sıyrılıp da yeryüzüne ulaşan ışık huzmelerinin insana verdiği yaşama sevinci gibi yaptı; kendinden yine bir özgürlük doğurdu.
Bundan sonra yazacaklarım biraz abartılı bulunabilir, varsın bulunsun, hayata yapılmış her küçük dokunuşun başka bir kentte başka bir özgürlük rüzgârı estireceğini umut etmek istiyoruz, hele ki, dört yanımıza atılmış parmaklıklardan kafamızı gökyüzüne çevirten fere anlamlar yüklemez isek elimizde son kalan umut tohumlarını da heba ederiz.
İz Gazete’nin öyküsünü anlatmak bana düşmez ama öykünün satır başlarını vermeyi de başkalarına bırakmak istemem;
İz Gazete, sansürün, oto sansürün kapısından geçemediği yerel bir sığınaktır, düşünmek ve yazmak önemlidir, e ne de olsa gazetenin kurucusu muhalif kimliğinin etiketini, gençlik heyecanlarında bile tesadüflere bırakmıştı, kendisine ilk kapıyı açan dâhil tüm insanca yaşam arayışlarının yanında durmaya çalışmıştır.
Gazetenin sahibi tamlaması, İz Gazete için bir dilbilgisi ve anlam hatasıdır, gazetenin sahibi yoktur, gazete bir mülk ilişkisinin nedeni ve sonucu değildir, mülkiyetten aridir, sorumluluk gazetenin kurucusuna ve sorumlu yazı işleri müdürüne ait olmak kaydı ile Hyde Park konuşmacının kürsüsüdür. Yazar da muhabir de televizyon programcısı da katılımcı da özgürdür.
Kendi başına çalışanlar ile toplu sözleşme yapan örneği zor görülür sosyal dayanışmadır İz Gazete.
Kolay değil bu zamanda, kolay değil karşı çıkmak isteyenler için bir alan yaratmak.
İz Gazete, varlığında bu ülkenin karanlık zamanlarında yeşermiş basın özgürlüğü çiçeğidir, yokluğu ise destansı ama naif bir İzmir öyküsü olacaktır.
Yaşamın birçok anının bir fon müziği, bir şiiri vardır gibi gelir bana, olgular yeşerirken, olaylar olup biterken arkadan gelir müzik sesi, bir şair sesi duyulur sanki. İz Gazete dediğimde de sanki Atilla İlhan şiirleri duyuluyordu:
Kıvırcık kirpikli bir çocuk bağırır
yıkılmış inga pee’nin burnunda
küpeştenin demirlerini ısırır
ellerim kelepçeli, kulaklarım sağır
yalnız Smyrna Bleus hatırımda
rıhtımda pazartesi sularında
Nice özgür yıllara İz Gazete!