Yeni çıkan anılarımda da anlattım.1968 yılında UNESCO Bursu ile Gazetecilik dalında Yüksek Lisans yapmak üzere Indiana Üniversitesi’ne gittiğimde tez danışmanına, Amerikan dış politikası ile Amerikan basını arasındaki ilişkileri incelemek istediğimi söylemiştim.
Saf ve temiz Anadolu delikanlısının kafasındaki sorulara bakın:
Acaba Amerikan medyası hükümetin politikasının etkisi altında kalıyor muydu? Hatta bazı konularda ondan “Buna gir, şuna girme” türünden bir sinyal bekliyor muydu? Örneğin sürekli havadan bombalanan gariban Vietnam konusunda sessiz kalmalarını nasıl açıklamalıydık?
Danışmanım bu sorunun bir Yüksek Lisans tezine sığmayacak kadar büyük olduğunu söyledi. Ben gene de bir yolunu bulup soruyu bir ucundan kurcaladım ve savımı destekleyen şeyler buldum. Daha sonraki yıllarda Washington’da gazetecilik yaptığım dönemde de (1980-83) gözlerimle gördüm. Foggy Bottom (Dışişleri Bakanlığı) bir kısım Amerikan basınını çeşitli yöntemlerle yönlendiriyordu.
Bazı tabu konular vardı ve tahmin edeceğiniz gibi, Vietnam politikası ve İsrail’e yapılan yardım bunlar arasındaydı. Ancak, zaman zaman yürekli gazeteciler bu tabuları yıkıyor, dokunmayın denilen konulara dokunuyor, örneğin My Lai kıyımı gibi skandalları göz önüne seriyorlardı. Bu seferki gözü kara gazetecinin adı Seymour Hersch idi. 105 Vietnamlı köylünün Amerikan askerlerince nasıl öldürüldüğünü anlatmıştı.
Çünkü o dönemde Amerikan basınında gazetecinin misyonunun “doğruları dosdoğru söylemek”, yani parrhesia olduğuna inanan güçlü bir meslek damarı vardı. Bu gerçek gazeteciler, meslektaşlarının çoğu Foggy Bottom’dan işaret ve ödül beklerken bir bedel ödemeyi de göze alıp gerçekleri yazıyor ya da gösteriyorlardı.
Asil mi rezil mi?
Gazetecilik, yapılış tarzına göre, çok asil ya da çok rezil bir meslek olabilir. Gazetecilik mesleğinin onurunu kurtaran, onu asalet podyumuna çıkaranlar kendisini doğruların ya da hakikatın neferi sayanlardır. İsrail dahil hemen her ülkede gazeteciliği böyle bir misyon duygusuyla yapanlar vardır. İsteyenler Haaretz gazetesine baksınlar. O günlerden bu yana çok gerilemiş olan Amerikan gazetelerinde de hala böyleleri vardır.
Basın özgürlüğü geleneğimiz çok zayıf olsa da, bizde de böyleleri vardı, ağır bedeller ödediler. Hala vardır.
Ama rezillik podyumumuz daha kalabalıktır. Güç sahiplerinin gözüne bakarak “Haydi patlat!” diye sinyal bekleyenleri tanıyor, “Mehmet yazdı, sen niye yazmadın diye işaret alanları biliyor, tüm rezillikleriyle her gün ve her gece kendilerini teşhir etmelerini izliyoruz.
İnsanlığın ve ülkemizin büyük bir hakikat krizinden geçmekte olduğu şu dönemde onlar kendi mesleklerinin en temel ilkelerine ihanet ediyorlar. Düşmanın, yani anti-iletişim güçlerinin askerliğini yapıyorlar.
Böhürler'in yazısı
Bu konuya nereden mi geldim? Ayşe Böhürler’in Yeni Şafak Gazetesi’nde iki üç gün önce yazdığı “Amerika’nın mesaji” adlı yazıdan…
Uzun yıllardır basın yayın konularında çalışan ve yıllar önce TV 8’de yaptığım bir programa çıktığında yumuşak dili ve bilgisiyle takdirimi kazanan Böhürler, Christian Amanpour adlı CNN gazetecisinin, Filistinli çocukların dramıyla ilgili program yapmakta gecikmesini eleştiriyor, bir Filistinli liderle ilgili belgeselin Amerikan hükümetince verilmiş bir sinyal olup olmadığını soruyordu.
Yerinde bir eleştiri ve yerinde bir soru olduğu kanısındayım.
Ancak, yazısında daha sonra birlikte program yaptığı, geçenlerde kaybettiğimiz Alev Alatlı’nın Amanpour’la ilgili sözlerine yer veriyor, onun “daha önce söylenen bir senaryoya göre soru soran” biri olduğunu belirtiyordu. Yani güç odaklarından sinyal bekleyen bir gazetecimsi…
Asıl gerçekler
Amanpour’un Filistinli çocuklarla ilgili program yapmakta gecikmesinin arka perdesini bilmiyorum. Öyle ya da böyle, Ortadoğu konularını çok iyi bilmesi gereken Amanpour’un İsrail’in vahşeti konusunda bu kadar gecikmesini mesleki ihmal olarak görüyorum.
Bazı konularda fazla bekleyemezsiniz. Mesleki haysiyetiniz söz konusudur. Bedeli olabilir: Kalemin kırılacağı nokta budur.
Ancaak!
Gerçeklerin söylenmesi kadar, ne zaman ve nerede söylendiği de önem taşır. Bu sözler, tek bir gazetecinin bile mesleğini yaptığı için hapiste olmadığı Danimarka’da değil, bu konuda müzmin dünya şampiyonu Türkiye’de söyleniyor. Ülke medyasının yüzde 80’ninin iktidarın sinyalleriyle yönetildiği Türkiye’de… Halkın vergileriyle ayakta duran kamu yayın kuruluşunda onaysız tek programın yayınlanamadığı Türkiye’de…
Bu konularda gıkı çıkmayan bir iktidar gazetesinde… Bu konuları çok iyi bildiği halde dile getirmeyen bir iktidar partisi milletvekili tarafından… Bağımsız kalması gerekirken parlak ampule çok fazla yaklaşarak maalesef kanatlarını yakmış bir bilim insanına dayanarak…
Durun bakalım derim. Durun bir dakika…