“Her şeyi yazmaya çalışıyorum. Yazdıklarım, ne yazıktır ki, hafızasını kaybetmiş -veya kaybettirilmiş- insanlara hiçbir şey ifade etmeyecek. Mâzisi silinmiş ve mâzinin silinmesinden, tabuta konulup toprağa verilmesinden horon tepecek kadar hoşnut, başına gelen büyük felâketten daima habersiz bir toplumda, bu keşmekeşte, bu hercümerçte kime sesleneceğim? Çoğu defa, kelimelerim bir mana taşımayacak.” Selim İleri – (Mel’un)
Büyüklerimiz bize edebiyatın “edebiyat yapmamak” olduğunu söylerlerdi. Bu öğüdün doğru olduğunu çok geç anladık ama anladığımız zaman C. Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi adlı romanının girişinde dediği gibi, “Tüm zamanların en iyisi ve en kötüsüydü. Akıl çağı, budalalık çağı, inanç çağı, kuşku çağı, ışık mevsimi, umut baharı ve umutsuzluk kışıydı. Yaşamak için hem çok şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.(…)”
Yine büyüklerimiz bize edebiyatın esasen hayatın belki en dar alanında bir uğraş, dolayısıyla edebiyat tabanlı etkinliklere toplumsal katılım beklenmesinin safdillik olduğunu söylerlerdi. Öyleyken, kimi zaman yaptığımız edebiyat toplantılarına katılımın az olmasını bir türlü hazmedemez, kendi kendimize suçu “necip millet”imizde arardık. Halbuki sokaktaki adam neden okusundu bizim özellikle amatör dergilerde –ve tabii- ilişkilerimizi kullanarak yayımlanan dandik şiirlerimizi!?
Salinger, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “İnsanların yazdıklarınızla ilgilenmesini istiyorsanız kendinizi göstermeyin” diyor. Nitekim o da aynısını yaptı, yazıp çizdiklerini yayınevlerine gönderdi ama yüzünü hemen hemen hiç göstermedi. Hatırımda yanlış kalmadıysa B. Traven de öyle… Onlar, yazınsal varlıklarını dergi ve gazetelerde ya da televizyon kanallarında, kimi “Show” programlarında arz-ı endam ederek değil, yazdıklarıyla sürdürmüşlerdi.
Amerikan edebiyatının çok ilginç yazarlarından biri de O. Henry’dir. Hayatı boyunca maceradan maceraya atlamış, birbiriyle alakasız birçok işe girip çıktıktan sonra New York’a yerleşmiş, her nasılsa adı bir ara banka (ya da tren) soygununa bile karıştığı kayda geçmiştir.
Bazılarının “Alman Jack London” diye andığı B. Traven de macera dolu yaşamına karşın yüzünü saklamış solcu bir Amerikalı yazardır. Yazdıklarını canının istediği yayınevine göndermiş ama hemen hiç kimseye fotoğraf vermemiş, söyleşi kabul etmemiştir. Kumarbaz olduğu söylenen Dostoyevski’yi, ölümü tam bir trajedi olan Tolstoy’u, Saramago’yu, Marquez’i ve nicelerini geçiyorum. Bütün bu örnekler bize edebiyat ortamının sükûneti değil, “kaos”u işaret ettiğini gösteriyor.
İyi ki karmaşa var.