Şu fakir kardeşinizin Altın Kitaplar Yayınları arasında çıkan, kadri kıymeti pek bilinmeyen bir kitabı var: Gökyüzünü Kaybeden Şehir.
O kitapta romanın kahramanı yıllar sonra çok eskiden yaşadığı mahalleyi, özellikle de sokağını ziyaret eder. Ziyaretinde görür ki o tek katlı, bahçeli, bacaları tüten evlerin yerini artık ya bir beyaz eşyacı almıştır, ya bir mini market ya bir restoran filan… Kahramanımız, yağmur nedeniyle sığındığı çay ocağında hem çayını yudumlar, hem eskileri hatırlar, o çocukluk günlerine özlem duyar. Sinemacı Rahmi’yi, Berber Eyüp’ü, Kasap Hakkı’yı, Berber Latif’i arar gözleri. Komşu teyzelerle birlikte evlerinin bahçesinde annesinin salça yapmasını, erişte kesmesini, bütün komşularla birlikte kamyon kasasına atlayıp denize gitmelerini özlemiştir.
Geçenlerde “küçük dostum” ve manevi torunumdan (tanıyorsunuz artık onu!) kısa ama yoğun bir metin aldım. Şöyle yazmış: “Çok geç gelmişiz dünyaya. Biz gelmeden toplamışlar bütün sevgileri. Şimdi ne bir çocuk seviyor eskiden sevdiği kadar pideyi, ne bir kedi seviyor eskiden sevdiği kadar kahvehane köşelerini. Fazla geç kalmışız. Güneş artık yalnızca bir kez doğuyor. Oysa eskiden onun her gülüşünde yeniden doğarmış seven için. Türkülerin de tadı yok. Çaylar demsiz, denizler tuzsuz. Eskiden simitler çıtırmış. Şimdi martılar bile uzak duruyor. Geç kalmışız. Işık hızıyla sahiplenmişler tüm sevgileri. Geç gelenin eli boş kalıyor. Şiirler sahiplenilmiş. Sahillerde bestelenen sarhoş şarkılar, samanlı sayfalar arasında kurumuş hanımelleri, kış geceleri için kaynatılmış salepler, sobaların üstündeki kestaneler, öpücüklü mektuplar, köstekli saatler sahiplenilmiş. Güzel olan her şey sahiplenilmiş. Çok geç kalmışız. Sevilmeye çok geç kalmışız. Hepsi erimiş bitmiş, eski çekmecelerin, kırık rafların tozları altına, yırtık kitap ciltlerin arasına karışmış, kaybolmuş. Bize de onların ardından yaslarını tutmak düşmüş.” (Geç Kalmışız)
Bu metin, gidenin, yitenin ardından yakılan bir ağıttan başka nedir ki, değerli okurlarım? Henüz on altı yaşında bir çocuk bile o eski, huzurlu, sağlam dostlukların yaşandığı, komşuluk ilişkilerinin henüz bu kadar erozyona uğramadığı zamanları özlemeye başlamışsa biz yetişkinlerin çok, çok düşünmesi lazım. Bugün birçokları kentlerden kaçıp köylerde yaşamanın yollarını arıyor. İnsanlar trafikten, AVM’lerden, rezidanslardan, sitelerden, lüksten, görgüsüzce sergilenen şatafattan sıkıldı artık. Çocuklar çember çevirmeden; meşe, beş taş, çelik çomak oynamadan, uçurtma uçurmadan büyüyorlar. Okula gidiyorlar, ardından bilmem ne kursuna koşuyorlar, yetmez efendim oradan spora filan derken büyüdüklerinin farkına bile varamıyorlar.
Yüz yıl önce geleneksellikten moderniteye geçmenin sancılarını yaşıyor, bunun edebiyatını yapıyorduk. Bugünse galiba ‘modern hayat’ın insanı sıkboğaz edişinin ve yeniden gelenekselliğe dönüşünün macerasını yazacağız. Öyle görünüyor.