26 Nisan günü Ankara’ya, BLİS Koleji’ndeki (Bilkent Laboratory İnternational School) söyleşi ve imza günleri için gittim, aynı günün akşamı döndüm.

Konusu orada geçti: Efendim, ben neden birileriyle tanışırken “Merhaba, ben emekli öğretmen…” diyormuşum, yayımlanmış bu kadar kitaba karşın diğer sıfatlarımı, yani yazar yanımı takdim etmiyormuşum. Ardından garip bir rastlantı, dün de bazı ilaçlar için uğradığım eczanedeki kalfa, işe yeni başlayan birine beni “Kendisi yazar ve şairdir” diye tanıtmaya kalkışınca “Hayır kızım, dedim, ben emekli bir öğretmenim, hepsi bu.”

Şu kültür çölü ülkede kasım kasım “Ben yazarım”, “Ben şairim” diye dolansanız kaç para, dolanmasanız kaç! Sanki yazar ya da şair filan olunca başınız göğe erecek, saygı göreceksiniz. Birkaç edebiyat ve kitapsever dışında başka kimin ilgisini çekebilir, hayranlığını kazanabilirsiniz ki! Kaldı ki, hiçbir gerçek yazar ya da şair, kendini “Ben yazarım” diye tanıtmaz, adını söyler. Onun yazar ya da şair olduğunu karşı taraf bilirse bilir, bilmezse de orada takılı kalmaz. Eskiler, “Züldür” derdi.
Ben Hilmi Yavuz’un sadık öğrencisi, şair V. Bahadır Bayrıl’dan duymuştum: Günlerden bir gün Fazıl Hüsnü Dağlarca, Kadıköy iskelesine doğru yürürken genç biri önünü keser ve elini öpmeye davranır. Dağlarca, “Sen de kimsin?” diye sorar. Genç adam, “Efendim ben şair Falan Filan” der. Der demez de Dağlarca’nın bastonu sırtına iner. “Ulan eşşeoğlusu!” der Dağlarca, “Ben o kadar kitaba karşın kendime şair demiyorum, sen ne zaman şair oldun!”

Dağlarca’ya atfedilen bir başka anı var ki, ibretliktir: Aceminin biri şiirlerini sakladığı defterini Dağlarca’ya gösterir. Dağlarca, deftere hiç bakmadan masanın kenarına doğru iter ve şiir heveslisi gence, “Tamam” der, “Bu burada dursun. Şimdi git, kırk defter daha doldur, kırk birinciyi al, bana getir.”

Yazar ya da şair olarak tanınmak bazılarını tamamlıyor sanırım. İnsan kendinde bir eksiklik hissetmese üç-beş satır karaladı diye kendini neden öyle tanıtsın? Bazıları var ki, yazar-şair olduğunu belirten kartvizit bile bastırıyorlar: Kimi eğitimci yazar, kimi avukat şair, kimi hem yazar hem şair ve -diyelim- doktor… Özellikle büyük kentlerin taşrasında yaşayanların bazıları, birbirlerine “sevgili şairim”, “sayın yazarım” diyerek akıllarınca yüceltiyorlar. Eser, kimselerin umurlarında değil. Ne yazmışlar da ne etmişler de el çabukluğu marifet yazar/şair olmuşlar? Üç-beş yağcının dışında onların yazarlığını kim biliyor, kimin umurunda? Kerametleri nereden geliyor? Bilen yok. Yani ortada top yok tüfek yok, gülle Bayburt’u dövüyor.