Gazeteci kimdir? Bir zamanlar bu soruya çok önem verilir, açık oturumlar, uluslararası konferanslar yapılırdı.

Kimilerine göre, birisine “gazeteci” denilebilmesi için onun diploma, meslek odasına üyelik, iş, basın kartı vb. özelliklere sahip olması gerekirdi.

Ben bu gibi toplantılarda hep gazeteciliğin vazgeçilmez bir kamu görevi olduğunu ve öncelikle bir misyon duygusu gerektirdiğini savundum: Doğruları, evrensel etiğe aykırı olmayan yöntemlerle ortaya çıkartıp halkla paylaşmak!

Bu tanıma uyan herkes, öteki özelliklere sahip olmasa da, benim için gazeteciydi!

Gazeteciliği tartıştığımız günler geride kaldı; günümüzde, neredeyse herkes bir bakıma gazeteci, artık sözünü ettiğim kamu görevini üstlenenlerin çoğu kendisini “iletişimci” olarak tanımlıyor.

Sormanın zamanıdır: Bütün iletişimciler eşit mi? Yoksa orada da bir işlev ayrımı yapmanın, hatta bir çeşit hiyerarşi oluşturmanın zamanı geldi mi?

Son aylarda yaşadıklarım bana öğretti ki, demokratik işlevleri açısından böyle bir ayrım yapmanın zamanı gelmiştir. Bizim iletişim dediğimiz yaşamsal demokratik işlev kendisini “iletişimci” ilan eden büyük bir kesimin umurunda değildir. Akademisyen, öğrenci, editör, reklamcı, halkla ilişkilerci, içerik üreticisi, şu bu olmaları bir şey fark etmez, onlar sadece iletişim teknisyenidir!

Dünyanın içinde bulunduğu karmaşık durum, büyük hakikat krizi, küresel savaş tehlikesi ve büyük göçler ortamında iletişimcinin rolü üzerinde bir saniye bile düşünmemişlerdir.

Bir mektup yazdım

Nereden mi biliyorum? Çevremde gördüklerimden. Bu konuları ele aldığım açık mektuba gösterilen ilgisizlik bu kanımın pekiştirdi. Bu kadarını beklemiyordum!

Blogumda ve burada da “muştulamış”tım (!) Bir iletişimci olarak 50 yılı aşkın deneyimlerimi ve onlardan çıkardığım dersleri diğer iletişimcilerle dobra dobra paylaşmak ve tartışmak, büyük krize birlikte çareler aramak istiyorum demiştim. Yazı ıslak bir kibrit çöpü gibi tısslaamadan söndü. Belli ki, seslenmeye çalıştıklarımın çoğunun gündemine uymuyordu. Zaten, mektup üslubuyla yazılmış da olsa, 50 sayfa yazı okuyacak vakitleri yoktu!

Büyük krizin anatomisi

Açık mektupta paylaşmaya çalıştığım büyük resmi şöyle özetleyebiliriz:

• İnsanlık kapsamlı teknolojik değişimler sonucu Nuh tufanını aratmayan bir enformasyon tufanı altında kalmıştır. Gökten enformasyon yağıyor, yerden enformasyon fışkırıyor.

• Tufanı yaratan devrimin biyolojik evrimi geçtiği açıkça ortada. İletişim becerileri sınırlı “Homo sapiens”in yerini her an her yerden her yere mesaj gönderebilen ve alabilen “Homo super communicatus” almıştır.

• Devrim ile evrim arasındaki uyumsuzluk ana soruna dönüşmüştür. İyi bir “gönderici” olan Homo süper communicatus iyi bir “alıcı” değildir. Timsah iştahlı ama balina gırtlaklı bir hilkat garibesidir!

• Bu çatışkı onu sersemletip, rasyonel davranmasını zorlaştırmaktadır. Örnekleri çoktur.

• Durumun vahametini kitlelere anlatmak çok zorlaşmıştır: Tufanın gürültüsü bütün diğer sesleri bastırmış, “gürültü”nün kendisi temel mesaj haline gelmiştir.

• Doğru ile yanlış eşitlenmiş, hakikat bastırılmıştır. Doğruları söylemek amacı zayıflamıştır. Onun yerini demokrasiyle bağdaşmayan başka amaçlar almıştır. Anti-iletişimciler gerçek iletişimcileri bastırmıştır.

• Modern dünya ve demokrasi, insanın akıllı bir varlık olarak doğru ile yanlışı birbirinden ayırabilme yetisine sahip olduğu varsayımı üzerine kurulmuştu. Büyük gürültü ve hakikat krizi bu varsayımı geçersizleştirmektedir.

• Ortaya çıkan boşluk, akıl, bilim ve demokrasi ile birlikte “Tarih’in” ve hatta insanlığın sonu anlamına gelebilir. Dört bir yandan duyulan savaş tamtamları belki de bu sonun işaretidir.

• Bu büyük krize bir çare bulmak şu anda insanlığın önündeki en önemli gündem maddesidir.

• Sorun, herkesten önce, yaptıkları işlerin önemli bir kısmı yapay üretici makinelere devredilen iletişimcilerin sorunudur! Çünkü onlar seçecekleri tarafa göre, itfaiyeci ya da cehennem zebanisi olmayı seçeceklerdir.

Peki siz ne yapacaksınız?

“Peki, siz ne yapacaksınız?” sorusuyla biten açık mektuba gösterilen derin ilgisizlik, bırakın bu sorulara net yanıtlar verilmesini, konunun en ufak bir mesleki karşılığı bile olmadığı izlenimini yarattı.

Bu alanda hasbelkader ilk doktora yapan iletişimci bendim. Belli ki, yarım asır sonra, 73 adet İletişim Fakültesi’nin, yüzlerce iletişim profesörünün, binlerce iletişim öğrencisinin ve belki de on binlerce iletişim mezununun bulunduğu ve başka öğrenimlerden gelmiş yüzbinlerce kişinin hayatını kazandığı bir alanda “Yahu Hoca, ne demek istiyorsun? Şunu açıklasana!” diyen bile olmadı.

Aydınların artık böyle uzun (Tam 50 sayfa!) metinleri okuyacak vakitleri olmadığını biliyordum ama, ana hedef kitlenin bu denli vurdum duymaz çıkmasını beklemiyordum. Hele profesyonel olarak bu işi yapanlar? Tabii ki onlar hayat gaileleri dolayısıyla çok meşguldüler ve böyle “akademik” konulara ayıracak vakitleri yoktu!

Yoo, “iletişim”cilerin ellerine pankartları alıp sokaklara çıkmasını filan beklemiyordum. Birkaç mektup, üç beş telefon, bir iki köşe yazısı, kimsenin seyretmediği kanallarda da olsa bir televizyon tartışması ya da radyo programı yeterdi de artardı bile.

Yazdıklarımın hedef okurlarım arasında küçük de olsa bir karşılığı olduğunu düşünmek de beni avuturdu.

Neredeler?

Kendimi şöyle bir açıklamayla teselli etmek zorunda kaldım: Demek ki bugün kendisine “iletişimci” diyen kesimin büyük bir bölümü demokratik-etik bir misyon bilincinden yoksundur. İletişim, onlar için, para kazanmak için yaptıkları sıradan bir iştir. Yaptıklarının toplumsal işlevleri ve demokratik sonuçları onları ilgilendirmez. Onlar makineleri çalıştırır, durdurur ve bozulduğunda onarırlar:

Teknisyendirler, o kadar! Bilinçli bir özne sayılamazlar!