Vergi sisteminde yapılacak değişikliklerin tartışıldığı bu günlerde devlet harcamaları üzerine bir yazının bu köşede yer alması yadırganabilir.

“Kamu harcamaları ile ilgili tedbirlere yönelik tartışmalar geçen ay ortasında bitmemiş miydi? Tasarruf tedbirleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası ile Resmî Gazetede yayınlanmamış mıydı? Şimdi artık sıra vergi sisteminde değil mi?” diye sorulabilir. Maalesef, vergi sisteminde yapılacak bir iyileştirme çok başarılı olsa bile kamu harcamalarında aynı ölçüde verimlilik sağlanamazsa, yani artan gelirler verimsiz alanlarda harcanırsa bir anlam ifade etmeyecek. Bu nedenle harcamalarda verimlilik konusunun kamuoyunun gündeminden düşmemesi gerekiyor.

Türkiye’de devlet harcamalarının Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GYSH) içindeki payı 2022 yılında yüzde 30’un üzerindeydi. Aynı yıl bu ABD için yüzde 36,26, Almanya için yüzde 49,48, Fransa için yüzde 58,34, İtalya için yüzde 56,74’tür. Buna karşın kamu harcamalarının GSYH’ya oranlarının çok düşük olduğu ülkeler de mevcut. Örneğin; söz konusu oran Haiti’de yüzde 8,29, Etiyopya’da yüzde 12,7, Venezuela ve Yemen’de yüzde 12 civarında. Bu oranlar ülkelerin milli gelir seviyesi, serbest piyasa ekonomisi ve sosyal devlet ile ilgili kültürlerine göre değişmektedir.

Devletin kaynakları verimsiz kullandığı algısı ya da şüphesi hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde gündemde olan bir konudur. ABD’li ünlü iktisatçı Milton Friedman’ın “Devlete Sahra Çölünü verin, 5 yıl sonra piyasada kum sıkıntısı başlar” ifadesi oldukça meşhurdur. Friedman’ın vergi ve kamu harcamalarında hesap verebilirlik konusunda çok ciddi uygulamaları olan bir ülkenin vatandaşı olarak böyle bir değerlendirme yapması üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir problemin varlığına işaret etmektedir. Bu problem, kamu görevlilerinin liyakatsiz, hesap verme mekanizmalarının çok zayıf, rüşvet ve yolsuzluğun yaygın olduğu ülkelerde daha derinleşmektedir.
 
Kamu harcamalarında verimlilik vatandaşlardan toplanan vergilerin kamu hizmetlerinin en düşük maliyetle ve ülkeye en fazla faydayı sağlayacak şekilde harcanması demektir. Türkiye’de devlet harcamalarının verimsizliği kronik bir sorun olarak bilinmektedir. Konu kamuoyuna genel olarak merkezi hükümetin savurganlığı şeklinde yansıtılsa da biraz daha yakından ele alındığında yerel yönetimlerin de kamu kaynaklarını etkin bir şekilde kullanmada başarılı olamadığı gerçeği görülebilmektedir.  

Merkezi yönetimin harcamalarının verimsizliğine veya savurganlığına yönelik eleştiriler devletin en tepesinden başlıyor. Ankara’da Çankaya’da bir Cumhurbaşkanlığı köşkü mevcutken 2014 yılında,12. Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık binası olarak tasarlanan ve 1150'den fazla odası olan Beştepe’de  inşa edilen tesisin "Cumhurbaşkanlığı Sarayı" olduğunu açıkladı. Hem elde mevcut hazır bir Cumhurbaşkanlığı tesisi varken yarım milyar dolara yakın bir maliyetle yeni bir tesisin kurulması hem de adının “Saray” olarak ifade edilmesi kamuoyunun tepkisini çekti. Bunun üzerine 2015 yılında “saray” ve yakınındaki ilgili tesisler için “külliye” ifadesi kullanılmaya başlandı. Buna karşın, sarayın hem bina hem de kapladığı alan olarak Buckingham Sarayı, Èlysèe Sarayı ve Beyaz Saray’dan çok daha büyük olduğu ileri sürüldü.

Ülkelerin ağırlıklı olarak monarşi ile yönetildiği dönemlerde devletin ve neredeyse devletle eşit konumda olan kralın itibarının sembolü ihtişam, şatafat ve cömertlikti. Örneğin; saraylar, köşkler, şatolar halkı etkileyebilecek bir görkem ile inşa ediliyor, içleri zenginlik ve lüksü sergileyen mobilyalar, eşyalar ve sanat eserleri ile süsleniyor, yüzlerce hizmetkar ve muhafız çalıştırılıyordu. Bu göz kamaştırıcı zenginlik, halkın üzerinde büyük saygı ve hayranlık etkisi uyandırıyor ve halkın üzerinde kontrolü sağlamayı kolaylaştırıyordu.  

Aydınlanma, Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi, sömürgeciliğin zayıflaması ve demokrasilerin güçlenmesi ile birlikte halktan toplanan vergilerle yapılan harcamalar üzerindeki denetim ve hesap verebilirlik arttı. Bunun üzerine, devlet yönetiminde görev alan siyasetçi ve bürokratlar halkı ihtişam yerine devlet harcamaları konusuna gösterdikleri ihtimamla etkilemeye çalıştılar. Bu durum, bazen Finlandiya başbakanı Juha Spila’nın 2015 yılında bir uçağın tuvaletinde seyahat etmesi örneğinde olduğu gibi aşırı noktalara kadar gidebildi.  Avrupa’da zayıflayarak süren monarşilerinin varisleri de çok daha mütevazi yaşam seviyeleri ile kamuoyunun tepkisinden korunma yolunu seçtiler.  

Sarayın inşasından sonra da konu kapanmadı. Sarayın harcamaları her zaman özellikle muhalif medyanın gündeminde oldu. Örneğin; Cumhurbaşkanlığının 2024 bütçesinin 12,3 milyar TL. (kabaca 400 milyon dolar) olduğu, bu bütçe ile günde şu kadar, saatte şu kadar dakikada bu kadar para harcandığı ileri sürülerek tutarın yüksekliğine dikkat çekilmeye çalışıldı.  ABD başkanlığının 2024 bütçesi ise 1,4 milyar dolar civarında. Türkiye’nin üç katından fazla. Ama bir verimlilik karşılaştırması yapılması çok zor. Çünkü iki başkanlık sistemindeki görevler çok farklı. Örneğin; ABD başkanlık bütçesinde en büyük payı Uyuşturucu ile Mücadele Programı (530 milyon dolar) alıyor.

Kamu harcamalarında verimsizlik probleminin ana kaynağı siyaset. Siyasetin kendisi zaten verimsiz. Siyasi seçim mekanizması en verimli olabilecek, kamuya en faydası dokunacak siyasetçiyi göreve getirmiyor. Yetkinlikleri kısıtlı olan vatandaşlar politikaya atılmakla çok az şey kaybedebiliyorlar. Bu nedenle bu vatandaşların politikaya atılma motivasyonları ve sayıları da yüksek oluyor. Yetkinlikleri yüksek olan vatandaşlar ise kurulu, iyi gelir kazandıkları, statülerinin yüksek olduğu düzenlerini bozarak politikaya girmek istemiyorlar. Girenler ise kasaba politikacılarının oluşturduğu ağın içinde sürüp giden kör döğüşünün içinden politikanın dışına atılıyorlar.

Yetkinlikleri kısıtlı olan politikacı kamu yararının ne olduğunu bilmediği ve/veya kamu yararından farklı amaçlar da güttüğü için, yine kendisi gibi yetkinlikleri kısıtlı ve kendisine bağımlı bürokratları görevlendiriyor. Bu bürokratların da politikacılar gibi kamu yararı dışında amaçları olabiliyor. Bu durumda, devletin vatandaştan toplanan vergilerle çalışan bir kurum olduğu, devletin her hizmetini asgari maliyet ve en yüksek fayda getirecek şekilde vermesi gerektiği göz ardı ediliyor. Makam odasının teşrifi ve makam aracının değiştirilip daha üst model veya markaya geçiş ile başlayan icraat, kurumun kapasitesinin kaybına göz yumma, satın almalarda kayırmalara sessiz kalma, yine kendisi gibi yetkinliği olmayan kişileri terfi ettirmeye ya da işe almaya uzanan bir süreçle devam ediyor. Bu da devlet harcamalarında muazzam ama hesaplaması oldukça zor bir kara delik yaratıyor.

Diğer önemli bir verimsiz alan olarak Kamu-özel iş birliği projeleri görülmekte. Bu projeler kısmen veya tamamen kamusal yükümlülük altındaki bazı yatırım ve hizmetlerin, projeye yönelik maliyet, risk ve getirilerinin, uzun vadeli bir sözleşmeyle, kamu ve özel sektör arasında paylaşılması yoluyla gerçekleştirilmesine dayanan bir finansman modeli. Türkiye bu finansman modelini şehir hastaneleri, Marmaray, Yavuz Sultan Selim ve Osmangazi köprüleri, İstanbul Havaalanı gibi büyük projelerde uyguladı. Bu projeler şeffaflık ve hesap verebilirlik eksikliği, sözleşmelerin kamuya hakkaniyete uymayacak düzeyde ağır yükümlülükler getirmesi, ağır borç yükü yaratması nedeniyle yine verimsiz bir alan olarak büyük eleştiri almakta.
 
Yeni bir vergi düzenlemesi belki kamunun gelirlerinde yeni bir artış yaratabilir. Bununla birlikte, söz konusu artış kamu kaynaklarını harcayanlara yeniden cesaret vererek, gereksiz ve verimsiz harcamaların önünü daha da açabilir. Bu nedenle harcamalarda verimlilik vergi adaletinden daha önemli. Çünkü verimsiz bir harcamanın yükünün adaletli dağıtılması çok anlamsız.