ABD’de ekonomi yüksek lisansımı yaptığım günlerde kendime istirahat için ayırdığım zamanlarda üniversitenin müzik okuluna giderdim.

Müzik okulunda tren vagonu gibi birbiri ardına dizilmiş piyano odalarından birine girer, piyano çalar, akademik stresi üzerimden atmaya çalışırdım. Piyano odalarının asıl müdavimleri doğal olarak üniversitenin müzik bölümü öğrencileriydi. Giriş çıkışlarda bunlarla karşılaşır selamlaşırdım. Büyük birçoğu sarı ırktan öğrencilerdi. Gide gele bunlarla tanıştım. Sohbetlerimiz oldu. Hatta, birlikte piyano çaldık. Tanıştığım öğrencilerin hemen hepsi Güney Kore’den ABD’ye lisans üstü müzik eğitimi için gelmişlerdi. Onların Beethoven, Mozart, Bach, Chopin ve benzeri klasik müzik bestecilerinin zor parçalarını çocuk oyuncağı gibi çalmaları beni etkilemişti. Daha da ilginç olan bu arkadaşların çoğunun Kore’nin kırsal bölgelerinden geldiği izlenimi edinmiş olmamdı. Anladığım kadarıyla, çok sayıda Koreli genç 90’lı yılların başında ciddi bir seçme süreci sonucunda müzik bilgilerini, yetenek ve becerilerini geliştirmek üzere ABD’ye yollanmışlardı.

Bu durum beni önce şaşırtmıştı, ama sonra taşlar zihnimde bir nevi yerine oturmaya başladı. Çünkü 1980’lerin ilk yıllarında Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) iktisat bölümünde aldığımız derslerde Güney Kore’nin dışa açık büyüme ve kalkınma stratejileri gündeme geliyordu. O yıllarda Türkiye de ithal ikamesi stratejisinden dışa açık büyüme stratejisine dönmeye çalışıyordu. Türkiye’de her zaman büyük kalkınma hamleleri için romantik duygular yaşandı. Bu duygular özellikle politikacılar tarafından sıklıkla dile getirildi ama sürdürülebilir ve istikrarlı bir büyüme temposu yakalanamadı. Buna karşın, Güney Kore rasyonel politikalarla kalkınma hamlesini sürdürdü.
 
Çoğu okuyucumuzun bildiği gibi, büyüme ve ekonomik kalkınma birbiri ile ilgili ama birbirinden farklı kavramlar. Büyüme genel olarak bir ülkenin milli gelirinin ya da kişi başına milli gelirinin artması olarak ifade edilebilir, yani niceliksel bir kavramdır. Diğer taraftan kalkınma ise çok daha geniş ve niteliksel bir kavramdır. Büyüme ile birlikte, yaşam kalitesinin, eğitim, sanat, spor düzeyinin yükselmesi, sosyal, kültürel alanların gelişmesi gibi kapsamlı nitelik iyileşmelerini içerir.

Güney Kore’yi Londra olimpiyatlarında (2012) 13 altın madalya ile beşinci sırada görmek beni şaşırtmadı. Çünkü ülkenin sürekli bir büyüme ve kalkınma süreci üzerinde gittiğini biliyordum. Söz konusu olimpiyatlarda İngiltere hariç tüm Avrupa ülkelerini, Japonya ve Avustralya’yı geride bırakmıştı. Türkiye ise 1 altın madalya ile 41. sırada yer almıştı.

Paris Olimpiyatları’nda ise altın madalya alamadık ve madalya sıralamasında 64. sırada yer bulduk. Bu da çok şaşırtıcı değil. Çünkü, maalesef, Türkiye başarılı bir iktisadi kalkınmayı, sanatı, sporu destekleyecek siyasal, sosyal, kültürel ve hukuki bir zemine sahip değil. 26 Temmuz–11 Ağustos arasında Paris Olimpiyatları sürerken Türkiye’nin gündemine bakıldığında sokak köpekleri katliamından, cibilliyet tartışmalarına, instagram yasağına uzanan ve kalkınmayı, ilerlemeyi hedeflemekten uzak bir gündem içermekte. Diğer yandan, Güney Kore, Paris olimpiyatlarında da yine 13 altın madalya aldı ve madalya sıralamalarında sekizinci oldu. Bir zamanlar askerlerimizi gönderip, elinden tutup, ayağa kaldırdığımız ülke ile aramızda böyle büyük bir fark oluşmuş durumda. 328 altın madalyadan birini bile alamadan dönmek hoş olmadı.

Tabii ki olimpiyatlarda madalya kazanamamak ya da olimpiyatlardan çok az madalya ile dönmek dünyanın sonu değil. Bununla birlikte, madalya listesine bakmak, ülkelerin listedeki yerleri ile kalkınmışlık düzeyleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmek, eksikleri değerlendirmek, tartışmak faydalı olacaktır. Bunun yerine, listedeki başarısızlığımızı görmezden gelmek, tartışmaya açmamak, üzerine alınmamak, başkalarını suçlamak ise az gelişmişliği kabul etmiş bir ülkeye özgü tavır olur.