Kapıyı her açışımda ‘o koku’ karşılıyor beni. ‘Gönül, sen mi geldin kızım’ diyen ses yok artık ama.
Uyuyorsun. Annemle koyun koyuna.
Konuşuyor musunuz acaba o gizemli karanlıkta? Hala kavga ediyor musunuz? Pişman mısınız kırdıklarınız için, yoksa dünya işlerinden el ayak çekince, baş başa kalınca yeniden aşık olduğunuz günlerdeki gibi sevgiyle bakıyor, mırıl mırıl laflıyor musunuz birbirinizle? Biraz uzağınızdaki ‘sırasız canınız’ ağabeyim de geliyor mu yanınıza, yamacınıza? Üçünüz sarılıp ‘dünya cehennemi’nde bıraktığınız bizi merak ediyor musunuz? Hep kaygılı mısınız yine?
“Çocukluğum, çocukluğum. Bir çekmecede unutulmuş…”
Koyu sessizlikte, odaların her yanına sızmış kokunu içime çekerek karıştırıyorum eşyalarını. 102 yıllık yaşamı sığdırdığın çekmeceler, divan altları, dolaplar tıka basa sen… Notlar, notlar, notlar… Yazışmalar, telefon numaraları, eski kilitler, paslı çiviler, teki kaybolmuş kol düğmeleri, lastikler, uç uca eklenmiş çatal iğneler, çalışmayan saatler, pandemiden kalmış maskeler, bitmiş ilaçlar, kilitler, Nuh nebiden telefonlar, uzatma kabloları, kısası, ortası, uzunu, ikilisi, üçlüsü, dörtlüsü, yanmış ampuller..
Kulağına ismini okuduğun bebeler, nikahını kıydığın gelinler-damatlar, kurbanını kestiğin komşulardan gelmiş hiç kullanılmamış seccadeler, kısalı uzunlu, kokulu kokusuz rengarenk tesbihler, havlular, onlarca Kur’an-ı Kerim…Kim bilir kaç yıl önce hazır ettiğin patiska kefen bezin de orada. Hep kullandığın, günde kaç vakit çekmekten rengi atmış, kaplaması soyulmuş tesbihin elimi yakıyor baba!
“Dedim ya her çocuk biraz da babasının yarasıdır, babasının kuyusu…”
Büyük ninesinin 115 yaşına kadar yaşadığını anlatan, aktardan aldığı otlarla her gün kendi yaptığı karışımlardan içip bize de sürekli tavsiyelerde bulunan, son iki yıla kadar pazarına gidip elektrik, su, telefon, doğalgaz faturalarını kendi yatıran, önce haftada bir, sonraları iki ve dayatmamızla haftanın 3 günü 2-3 saatliğine gelen yardımcı dışında tek başına yaşayan, hastalandığı zaman doktora gitmek istemeyen, kan değerlerinin sonuçlarıyla hekimleri şaşırtan babanın ölmeyeceğini zannediyormuş insan… Bir asrı devirip 115’lik Ayşe ninesinin rekorunu en azından egale edeceğini düşünen yalnızca o değilmiş demek ki… ‘Sen bizi gömersin baba’ derken sadece şaka yapmıyormuşuz, inanıyormuşuz da aslında…
“Lûgatında ne kadar çok kelime olursa olsun,
Kendini anlatmak için, bazen sessizliği seçersin...(*)
Öyle yaptım, sessizliği seçtim, içime gömüldüm, aylarca dokunamadım eşyalarına, kilitsiz dolaplarına, askıdaki gömleklerine, yeleklerine… Ne zaman ki başladım çekmeceleri açmaya, çocukluğumun tozu kaçtı gözlerime, kaçtım…
“Kimse kimseyi çözemez
O kadar derine inemez
Ya karşılaşırsa kendiyle
O kazıyı göze alamaz.”
Alamadım baba…
Tavaf eder gibi arada geldim yanına, mezarlık ziyaretine gider gibi odalarına, salonuna, banyona… Tıraş tasını, önlüğünü, bornozunu sevdim sessizce.. Onlardan ayrılmak sana sonsuz veda gibiydi, vedalaşamadım. Bedenin değilse de ruhun oradaydı sanki, sanki sesin duvarlarda, gölgen yatağında, sıcaklığın yastıklardaydı. Kurumuş ellerin başımı okşayacak, ‘sen iyi bir evlatsın, Allah senden razı olsun’ diyecekti konuşsalardı…Söylediklerini bir ben duydum baba…
Üzüntü sallama çay, hicransa demli çay baba, acı… Hicranım çok koyu, dipsiz kuyular gibi derin. O kuyuda ölen dostlarım, sevdiklerim, anne-baba bildiklerim, yoldaşlarım, ağabeyim, halalarım, dayılarım, komşu teyzelerim, annem ve sen varsın… Bütün kayıplarım, acılarım sanki sende toplandı baba…
Hep çok çatıştık, çok kızdık birbirimize, çok şikayet ettik huylarımızdan. Ama biliyorum ki, biz en çok birbirimizi sevdik baba.
"Öyle içten ki yüreğimin en derinindeki yerin
Çıkarı yok, çıkası yok, çıkarasım yok!"
*
9 ayın sonunda, doğum zamanı işte. Topladım giysilerini, bardaklarını, halılarını, giymeye kıyamadığın için hala yeni terliklerini, ayakkabılarını, battaniyelerini… İhtiyaç sahipleriyle paylaştım, dualarını sen de duydun mu, ulaştı mı?
Zeytin ağacın hala balkonda, o da dayanıklı çıktı senin gibi, annemin yasemini kurudu sıcaktan, kurtaramadım onu. Sen bizim evin bahçesine dikmemizi istemiştin ‘kuşlar yesin meyvelerini’ diye; ben onu ikinizin baş ucuna dikeceğim şimdi, son görev olarak. ‘Ölmez ağacı’nın altında yaşayın, kuşlar meyvelerini yerken hep gülümseyin diye…
Hoşça kal baba, hoşça kal canımın canı, hoşça kal…
Her zaman kalbimde, anılarımda, yazılarımda var olacaksın, yanına gelene dek…
Yüzlerce fotoğraf arasından seçtiğim bu an, babamla en mutlu günlerimden biriydi. Sümerbank’ta ‘ücret anlaşmazlığı ve pahalılık zammı alabilmek için’ sakal grevi yapan babam, beni de Hilal’deki fabrikaya götürmüştü. Mutluydum, çünkü o gün babam sadece benimdi. Fotoğrafın arkasındaki tarihi ilk kez fark ettim ki, aylardan kasım, günlerden 18’miş. Yine bir kasım ayında, 18’inde öleceğini, o tarihin 63 yıl sonra bu kez mezar taşının üzerine yazılacağını bilir miydim? Ya sen baba…
(Şiirler: Ziya Osman Saba, Fırat Baytak, Şükrü Erbaş, Sezen Aksu/Kendimce Can Yücel)