Latif ve narin ne vardıysa içimde, Hoyratça kırdı geçirdi dünya… (*)
Nefes kesiciydi. Kargaşanın kaosun yamacında, her şeye yakın ama her şeyden uzaktı sanki. Sanki dondurulmuş, unutulmuş bir zamanda gibiydi. Bu güzellikte ne ev alabilecek ne borçlanabilecek durumdaydık. Mütevazı, müstakil bahçeli ev hayalimizin ancak yakınından geçebilirdik, öyle de yaptık. O muhteşem yeşil sokağa açılan bir sokakta, 4 katlı bir apartmanın ikinci katını aldık. Pencerelerinden okuduğum fakültenin bahçesini, görkemli ağaçlarını gören mütevazı daireyi… Gözlerini açınca yeşile bakan, kuş sesleriyle cıvıldayan evi..
“Hevesin, mutluluğun boğazda en sert kaldığı coğrafya”nın çocuklarıyız biz.
“25 yıl önce yerleştiğimiz, sessizliğine, camdan bakınca gökyüzüyle yeşili bir arada sunuşuna, kuş cıvıltılarına, perdeleri hiç kapatmayacak oluşumuza vurulup aldığımız evin/bizi cezbeden muhitin; büyüyen Türkiye’nin nasıl büyüdüğünün küçük bir örneğini sunacağını bilmiyorduk o zamanlar.
Zamanla… Hemen yanı başımızdaki sokaktaki tek katlı, dört tarafı bahçeli mütevazı, öğretmen maaşlarıyla yapılmış kooperatif evlerinin yıkılıp bahçelerinin yok edilerek envai çeşit isimde kahve/çay dünyalarına… Arnavut kaldırımlarının betona…Kuş cıvıltılarının korkunç müziklere, trafik gürültüsüne yenilmesini…
Baharda öbek öbek çiçeklerin, rengarenk güllerin, genzi yakan ıhlamur kokulularının nargile dumanlarına dönüşmesini… Sadeliğin, doğallığın güzelliğinin, vandal bir anlayışa, paraya yenilişini izledik isyanla, acıyla, öfkeyle, üzüntüyle… Öğretmen evleri sokağından, barlar/kafeler sokağına evrilişine…
Çok paraya tamah eden ev sahiplerine, usulsüzlüklere göz yuman yerel yöneticilere, tahripkâr/paragöz işletmecilere ve dahasına tanıklık ederek yıllar yılı.”
Bianet’te (4 yıl önce) kaleme aldığım yazıda geçen cümlelerde 138. Sokağı, bilinen adıyla Öğretmenler Evi’ni, sonra ‘barlar/kafeler sokağı’na devrilişini böyle özetlemiştim. O kontrolsüz, o vahşi değişimde tek isteği evinde huzurla oturmak olan semt sakinlerinden biri olarak beni isyan ettiren kent cinayetini..
Cemil Şeboy’un başkanlığı döneminde Arnavut kaldırımlarıyla, topuz sokak lambalarıyla, şık ferforje demirlerden oturma banklarıyla düzenli budanan dut ağaçlarıyla efsane olan sokak, yeni Türkiye’nin (parti gözetmeksizin) iştahlı rant sahiplerinin de gözünden kaçmadı elbet. O mütevazı öğretmen evlerinden biri bir kafe oldu, ‘eh fena da olmadı, bu güzel sokakta bir çay, bir kahve içmekten daha iyi ne olabilir’ dendi. Onu sonra bir başkası, bir başkası, bir başkası izledi. Ve her şey kontrolden/çığırından çıkıp sokağı için direnmeye çalışan ev sahiplerinin isyanına/çabasına rağmen yeni Türkiye’nin küçük örneği haline dönüştü.
*
Şimdi, bir başka ‘değişim’, bana göre yeni bir ‘kent cinayeti’nin, kimilerine göre ‘ilerlemenin’ eşiğindeyiz. 140 yıllık tarihi Buca tren hattı Buca Belediyesi tarafından revize ediliyor. Buca Cezaevi’nin betona dönüştürülmemesi için verdiği mücadeleyle de tanıdığımız Yaşanabilir Buca Derneği Başkanı avukat Mürüvet Suatoğlu Balcılar, dernek üyeleriyle yaptığı basın açıklamasında şöyle diyor:
“2024 Ocak ayı içerisinde Buca Belediye Başkanlığınca mülkiyeti TCDD olan bu istasyona ilişkin kiralama protokolünün imzalandığı ve “Buca İstasyonunun tarihi dokusu koruyarak, canlandırıyoruz. Nostaljik tren seferleriyle, 40 bin metre karelik yeşil alanda bisiklet, gezinti yollarıyla, çocuk oyun alanları” yapılacağı Buca’ya ve İzmir kamuoyuna duyurulmuştu.
Gelinen bu noktada tarihi istasyon ve demiryolu hattı rekreasyon ve çevre düzenlemesi adıyla rayların büyük kısmı üzerine beton dökülerek kapatıldı. Buca’nın orta yerine minumum 30 bin metre kare beton dökümü için harekete geçildi. Bu 30 bin metre karelik geçirimsiz bir zemin olup, toprağı da yok edeceğinden yaşanacak taşkını, yazları kavurucu sıcakların etkisi ile 30 bin metre kare betonun sıcaklığı iyice artıracağı, bu durumun çevre ve sürdürülebilirlik açısından mümkün olmadığı da apaçık ortadadır.”
*
Tarihi dokuyu, çevreyi betonla katletmenin yanı sıra günlük yaşamın da nasıl değişebileceğini anlatmak için yazdım 138 Öğretmenler evi sokağının başına gelenleri… Sadece o sokağı değil, benim gibi yanında yakınında oturanları bile hayatından bezdiren… Trafik, kaos, gürültü, kavganın eksik olmadığı, bir damla huzur bırakmayan o vahşi değişimi…
Bir dostumun söylediği söz her zaman aklımda: İnsan eşiklerde sınanır.
Tam da böyle bir eşikte olduğumuz zamanlardayız ve "Yitirilmiş cennetlerden başka cennet yok!” diyen büyük yazara, Borges’e yürekten katılıyoruz.
“Düğünlerin aşktan, cenazenin ölüden, tapınağın Tanrı'dan, betonun yeşilden daha önemsendiği değersiz bu yavan çağ”da, “sürüye katılmak” ya da “cennetimize sahip çıkmak” arasında tercih yapacağız…
"Ehven-i şer, şer'lerin en kötüsüdür” düsturunu unutmadan…
*
(NOT: Yazıda projenin sahibi Buca Belediyesi’nin savunmasına, ‘revizeyi revize edip tarihe sahip çıkacağız’ açıklamalarına yer vermemiş olmam, vermeyeceğim anlamına gelmiyor. Yıllardır yapmaya çalıştığım gazeteciliğin en temel kuralını atlamayacağımı bilirsiniz. Neredeyse yarısı bitmiş bu projede çok soru işareti, sorulacak çok soru var. Cevapları da bir o kadar çok olacaktır. Bu hafta, uzun bir röportaja hazırlıklı olun. Umarım, herkesin içini rahatlatacak cevaplar, tutulacak sözler alırız.)
(*) Hermann Hesse/Ağaçlar
Kırmızı Pazartesi: Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez’in yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği, engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor. Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin potresini de çiziyor.
İlgili haberler için tıklayınız:
Buca’da tarihi mirasa 30 bin metrekare beton: Ben yaptım oldu diyemezsiniz
Buca’da eski tren yolu hattı yenileniyor: Tarih geleceğe taşınacak