“garip bir ağustos tadı
damaklarımda
hiç yaz gibi değil bu mevsim
Yaz, ben gibi değil.
Ya ağustoslar bozuldu
Ya ağzımın tadı…”
‘Karı koca kavga etse de dinlensem’ dermiş pilav. Ya da bir gün bekleyen yemek ‘bir kaşık yağ da Allah koyduğu için’ güzel olurmuş.
Mutfakta kendimden geçmiş yemek yaparken, annemin yemek hikayeleri, bazen de babamın yemek tekerlemeleri geliyor aklıma art arda, sıklıkla. ‘Ye kabağı, salla göbeği. Hah ha ha.’ Ya da ‘yemesen de senede bir gün (turp) tarlasından geçeceksin’ gibi tavsiyeleri.
Senenin bu aylarında içime annem kaçıyor sanki. Bir yandan günlük yemek, bir yandan kış hazırlıkları. Domatesler soyuluyor, blenderden geçiriliyor, pişiriliyor, patlıcanlar, kırmızı biberler közleniyor, bamyalar ayıklanıyor, turşuluk biberler, salatalıklar kavanozlarda süzülüyor pembe havuçlarla, sarımsaklarla… Gece tv karşısında bile kucağımda 3 kg barbunya. Tariflerin kimine Google Amca yardım ediyor, kimine face, instagram paylaşımları, bazen sayfa arkadaşlarım (Haşim Can gibi), bazen konu komşu, marifetli gelinim… Ama ardında hep annem var, annemin eli, hikayeleri, ağzımda unutamadığım lezzetleri.. Her tarife biraz da O’ndan katıyorum, mutlaka…
“iç sıkıntısı, kaçırılmış bir hayatın ağırlığıdır. Başka bir yaşamın mümkün olduğunun farkındayken, saçma bir hayatın içinde sıkışmanın sessiz çığlığıdır" diyor ruh bilimciler.
Türk filmlerinin/dizilerinin bütün kötü adamları klonlanmış da ülke çapında halaya durmuş gibi, rezilliğin bini bir parayken nereye kaçarsın gideceğin bir ada, yeni bir hayat yoksa? Mutfağa! Karıştır çorbayı, kıy maydanozları, pişir salçayı, diz biberleri sıra sıra; hayatında gerçekleştiremediğin ne varsa, hiç değilse ağız tadı ver sevdiklerine!
“Bir zamanlar insanlar hayatlarından memnun değillerse devrim yaparlardı, şimdi alışverişe çıkıyorlar" demiş Arthur Miller, mutfağa giriyorum ben.
Kıymak, kızartmak, dilimlemek, kesmek, didiklemek, doldurmak, doğramak, kavurmak, ezmek için.. Can sıkıntısı mı gideriyorum, hıncımı mı alıyorum, bilmiyorum… Eskiden türkü söylerdim elim işlerken, şimdilerde küfrediyorum kendi kendime. Gelmişini, geçmişini, yapacağınız işi, seni, sizi…
Bir yanım devlet devirir, bir yanım kendine yenilir.
“Yemek yapmak, sanatların en güzeli ve kusursuzudur. Beş duyumuzu birden harekete geçirir, hatta bir duyumuzu daha uyandırır; elimizden geleni ortaya koyma ihtiyacımızı.” (*)
Elinden gelen yemek yapmak mı? Yazmaya ne oldu? Neden vazgeçtin? Bana, beni hatırlatmasın diye mi? Ne söylesen, ne yazsan faydasız diye mi? Gençliğinde inandığın ideallerin fersah fersah gerisine düştüğün için mi? Ölüme yakın hastalara doktor ‘ne yerse yesin’ dediği gibi, çareyi bildiğin halde çaresiz kaldığın için mi ‘ne yaparsan yap’ deyip mutfağa sıvıştın?
Oysa sigara tiryakiliği gibidir yazmak, içmek istemezsin ama aklından hiç çıkmaz tüttürmek.
Oysa..
“Yıldız komasına girmek istiyordum.
İstiyordum dolunay çarpsındı beni."
Döndüm. Hem evin mutfağındayım artık, hem yazı işlerinin.
“Başı, sonu ve yönü belirsiz hayatımız açısından baktığımızda, yeniden üretilmesi en meşakkatli ruhsal işlerden bazıları, ‘benlik gücü’, "’iyileştirme kapasitesi, ‘yeniden bağ kurabilme isteği’ ve her daim ruhsal örselenmelerin tehdidi altında olan ‘yaşam iştahı'dır” der Oktay (Şılar) Hoca.
Hayatın tadı çoktan kaçmışken, hayat mücadelesinde Amazon yerlilerine benzemişken, yeniden Sisifos olmaya çalışmak benimkisi. İştahım yok, inadım var sadece. O yüzden sevgili okur,
“Yalnız bırakma beni bu paragrafın başında
bu boşluğu bir masal doldurmaz.”
***
Şiirler: Edip Cansever, Didem Madak
(*)Paulo Coelho.