“Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...”

“Teyze” diyorlar. Arabada, pazarda, alışverişte, yolda. Aslında her yerde…
“65 yaşındaki yaşlı kadın/adam” diye başlıyor haberler. Yaşını yazıp bir de ‘yaşlı’ vurgusuna niye ihtiyaç duyuyorlar, ergen olduğunu mu zannedeceğiz acaba ölenin/yaralananın?
80 yaşında sahnelerde ‘taş’ gibi devinen Ajda Pekkan’a niye  ‘süper star’ dediklerine takıyorsun vakit vakit.  Yaşlı sanatçı? Ya da ‘nine’ sıfatını koymuyorlar adının önüne? ‘Sahnelerin süper starı’ yerine ‘Sahnelerin süper büyükannesi’ mesela?
"Asıl üzüntü veren yaşlanmak değil, uslanmak.. Bizlere hiç yakışmıyor üstelik" dese de Tomris Uyar, biraz da yaşlandığı için uslanmıyor mu insan? İçindeki muzip çocuk arada gün yüzüne çıksa da isyan ateşi göğsünü Dragon gibi yaksa da ‘sabır ve şükür arasında salınman’ yaşlanmanın ta kendisi değil de nedir ki?
*
Öncel’in annesi rahmetli Nur Teyze’nin  yaşının bütün güzelliğine rağmen ‘çok gücüme gidiyor’ dediği gibi, benim de gücüme gidiyor aynalara bakmak. Kendi hallerine bıraktığım beyazlamış saçlar, çizgilenmiş alın, büyümüş kulaklar, dolgunluklarını/gerginliklerini kaybetmiş dudaklar, katmerlenmiş boyun, yer çekimine boyun eğmiş yanaklar, falan filan…

Botoksu, gerdirmeyi, kadın güzelliğine adanmış endüstriyi külliyen reddediyorum, hatta makyajı bile. Bir nemlendirici, bir ruj, biraz allık işimi görüyor yıllardır. Reddetmeyenleri yargılamak haddim değil de ben istemiyorum, gerçeği biliyorum çünkü. Yüzüm 30’luk olsa ne yazar, kafa kağıdın eskidi işte. Yaşlı. Başkalarını ‘genç’ olduğumu iknaya çalışan botoksun beni kandırması mümkün değilse ne işime yarar binlerce lirayla estetik cerrahlarının kapısını çalmak?

Hayatınızda ‘cami yıkılmış ama mihrap yerinde’ diye bir iltifat aldınız mı? İltifat mıydı, gençliğimin ölüm fermanının okunmasıydı bilemedim. ‘Cami yıkılmış’tan sonrasını duyamadım zaten. Hala hatırladıkça gülerim. Ben zaten en çok kendime gülerim, en çok kendime kızarım, en çok kendimi döver, kendimi deşerim. Başkalarına iğne, kendime çuvaldız saplarım. Yetmez, içimde birkaç kez döndürürüm de! Yok, mazoşizm değil bu, bu başka bir şey, onu da başka zaman paylaşırım.
*
Meslekte tazeyim, 26 yaş galiba. Dokuz Eylül Üniversitesi yeni kurulmuş, rektör yardımcılarından biri kadın. Adını ne yazık ki hatırlayamadım ama sözleri mıh gibi aklımda, hatta yüzü de. Haber yapmak üzere odasına girdim, ayakta karşıladı beni. Çok şık, incili pırlantalı takılarla, meçli saçlı, endamlı bir profesör. Benim üzerimde üzeri baskılı soluk renkli dümdüz boydan bir elbise, ayağımda espadril, sıfır makyaj, saçlar omuz hizasında. Elimi sıktıktan sonra bırakmadı, diğerini de üzerine koydu, dedi ki:
“Kadının üç yaşı vardır, biri çuval giyse yakıştığı yaş, ikincisi, bakımla, makyajla, giysilerle hoş, alımlı göründüğü yaş, üçüncüsü de ne giyerse giysin fayda etmeyen yaş. Sen işte birinci evredesin. Ben de ikinciden üçüncüye geçmemek için ayak diriyorum. Aslında ne giyersen giy faydasız aşamasındayım.”

Cıvıltılı sesle gülerek söylemişti; hem iltifat, hem kendi durumuyla kıyaslamaydı, hem umurunda, hem değil gibiydi. Statü sahibi, rektör yardımcısı, profesör bir kadın, yitip gitmiş gençliğine, genç bir kadına bakarak sanki iç çekiyordu…  

Şu bahsi geçen ‘her yaşın güzelliği’ lakırdısını da bir kenara bırakalım artık ama. Lütfen yani. Elbet sağlıklı olmak, elden ayaktan düşmeden, kimselere muhtaç olmadan, kendi işini kendin görerek, o hastane senin, bu hastane benim dolaşmadan yaş almak, yaşlanmak çok önemli. Kıymeti bilinecek bir lütuf, şükrü hak edecek bir durum da bu sözün altında yatan, ‘sağlık’ kadar, beyazlayan saçları, buruşan cildi, sarkan, pörsüyen eti kabullenmeye, kendini kandırmaya çalışmak yok mu sizce? Yaşlılığın nesi güzel Allah aşkınıza?

Ne kadar sağlıklı olursanız olun, nerde eski çevikliğiniz, nerde zeybek oynarken bile gram ağrımayan, şimdilerde size her daim ben buradayım diyen kıtırtılarla varlığını duyumsatan dizleriniz?   Gözlüksüz bir adım ötesini göremeyen gözleriniz? Televizyonun sesini giderek daha çok yükseltmeniz, el kadar bebeler telefonla fink atarken yeni şeyleri öğrenmekte zorlanmanız, hatta hiç öğrenememeniz? Her baş dönmesinde, içiniz çekildiğinde gözünüzün önünden ayıramadığınız tansiyon aletine başvurmanız? Bayıldığın halde cips, patates kızartması yemeyip fırında az yağla tatsız kızartmalar denemeniz, tatlılara küsmeniz, ot oburluğa meyletmeniz, güne ilaçlar, vitaminler alarak başlamanız? Nesi güzel yahu! Burada güleyim bari… Yoğun tempoda çalışırken öğlen ya da her içi kazındığında gevrekle birlikte bir paket Damak çikolatayı gömen, 1 gram kilo almayan şahsım için de ağlayayım…

"Bütün yapraklarım dökülüyormuş gibi hissediyorum."

Kan bağı olmadıklarının teyze/amca denmesine içi burulmayan, kimi zaman da kızmayan bir tane yaşıtıma rastlamadım henüz. Çünkü her teyze/amca, sana giden gençliğini, geri dönülmez bir yolda olduğunu hatırlatıyor. Hatırlatmak ne ki, kafana kakıyor, çakıyor. 30’lu yaşlarda sana ‘teyze/amca’ diyenlere gülümseyerek, sevecenlikle baktığın gibi bak(a)mıyorsun artık. Çünkü o zaman ‘genç’ olduğunu biliyordun, şimdi de yaşlı olduğunu… Yolun yarısını çoktan geçtiğini… Hiçbirini takmasan bile daha sık gider olduğun cami avluları, kayıpların, senden önce yerini alan yaşıtların, mezarlıklar hatırlatıyor sana yaşlandığını, ‘son’a adım adım yaklaştığını…

“Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü" mısralarını daha sık mırıldanıyorsun… Yaşayanlarla biraraya geldiğinde kıkırdamalar eşliğinde ‘aşklar, flörtler’ değil, hangi tansiyon ilacı kullandığından, protezlerden, ağrıyan her bir yerinden, vitamin takviyelerinden, doktor tavsiyelerinden bahsediyorsun.  Hüzün… Her daim şeker artık…
“Bir kelebek ağrısıydı ,
vakit dardı, mevsim hicazdı…
yetişmem gereken bir ölüm,
kaçmam gereken bir hayat vardı
çünkü sükût narindi.. “

*
İnsan bazen hatıralara sarılmak, teker teker hepsini öpmek ister hani. Bir düşünün bakalım, neden hatıralara daha sık sarılıyoruz? Neden cümleleriniz sıklıkla ‘eskiden’ diye başlıyor; sadece yaşadığımız çağın giderek daha korkunç olmasından mı? Yoksa geride bıraktığınız yıllarınız, kalan yıllarınızdan daha çok olduğundan mı? Yaşlandığınızdan mı yani, kısaca?

Biraz dertleştik, biraz iç seslerimizi konuşturduk; yazının sonuna gelmişken yaşlanmanın tek güzel yanının ‘tecrübe’ olduğunu… Game of Thrones’un ‘üç gözlü kuzgun kahini’ gibi geçmişi/geleceği görebildiğini söyleyebilirim bak, kıymetli okur. O yüzden ‘yeniden dünyaya gelsem’ diye başlayıp   ‘gençlik yıllarına dönmek isterim ama şimdiki kafayla’ diyoruz çoklukla..

Ne bu kafayla, ne eskisiyle… Almayayım ben. Dünya bir kez yetti, hakkım isteyenin olsun, seve seve veririm..
-Neden hiç mutlu değilsin Zeze?
-Neden mutlu olmalıyım?
-Çünkü dünyaya bir kez geliyoruz.
-İyi ki bir kere geliyoruz Portuga.
-Neden?
-İkinci bir hayatı kaldıramazdım!

***
(Edip Cansever, Yahya Kemal Beyatlı, Anthony Hopkins/The Father filminden, Birhan Keskin, Şeker Portakalı)