İlahi adaleti temsil eden, mitolojide ‘adalet tanrıçası’ olarak kabul edilen Themis simgesini değiştirmenin… Yerine, yine mitolojideki adalet tanrıçalarından birini, Nemesis’i geçirmenin zamanıdır belki de…

Ne de olsa Themis, ilahi adaleti temsil eder. Onun kitabında öfke, kin, haksızlık yoktur. Hiç kimseyi haksız yere cezalandırmaz. Adaleti tam olarak temsil etmesi için; gözleri bağlanmış, bir eline kılıç ve bir eline de terazi verilmiştir. Gözlerinin bağlı olmasının nedeni, tarafsız karar verebilmesi için yargıladığı tarafları görmemesidir. Elindeki kılıç adaletin gücünü gösterir. Terazi ise, adaleti kılı kırk yararak uygulandığını.

Mitolojideki adalet tanrıçalarından biri olan Nemesis ise insanların cezalandırılması için uğraşır, ilahi adalet umurunda değildir. Onun adaleti; öç, intikam ve nefret temeline oturmuştur. Önyargılıdır, intikam almak istediği insanlara her türlü çamuru atmaktan çekinmez. Adalet onun insafına kalmıştır.

Adalet dağıtıcılarının kendi mensuplarından bile sakındıkları adaleti, en temel savunma hakkının bile elinden alınmak istendiğini görünce…Türkiye'de hukuk, bir aksiyon ve gerilim türünün adı olunca her geçen gün... Günümüzdeki adaleti olsa olsa Nemesis temsil eder demekten kendini alamıyor insan…”



“Dağılmış pazar yerlerine benzeyince memleket…”  Yazmak için ‘enercii’ de bulamıyor insan… Gelmiyor içinden, neresinden tutacağını bilemediğin bir öfke, bir şaşkınlık, bir tiksinti, bir karamsarlık haliyle.  Yeni ‘adalet tanrıçası’ Dilan Polat fotoğraflarına bakıp gülemiyorsun bile. İdamla yargılanırken gülümseyen Deniz Gezmiş’in niye gülümsediğini soran hakime ‘duvarda adalet yazıyor, ona gülüyorum’ dediğini hatırlıyorsun. Ardından da içinde adalet olmayan ‘Adalet sarayları’ açmakla övünenleri.. Gündüz gözü elinde feneriyle sokaklara düşüp, 'Adam arıyorum adam!' diye bağıran Diyojen misali, sokaklara çıkıp ‘adalet arıyorum adalet’ diye bağırasın varken, cümleleri eleye eleye, boğazının düğümlerini artıra artıra yazıyorsun ki, sahiden işkence…

Bianet’te Aygün Atilla’nın bir yazısında geçen anekdot gibi. Ünlü psikoloğun katıldığı konferansın bitiminde bir izleyici yolunu kesmiş, "Hocam, bu konferansa gelip size akıl danışmak istedim. Ben nasıl mutlu olabilirim diye sormak istedim" demiş. Psikolog ayaküstü hayatında ne olduğunu sormuş. Beriki anlatmaya başlamış, "İflas ettim, evimi kaybettim, sonra karım beni terk etti" diye saymaya başlamış. Bizim psikolog kesmiş sözünü adamın, "Mutlu olmaya çalışmayın, bütün bunları yaşıyorsanız şu an mutsuz olmanız lazım zaten" demiş.

‘Kötü, çok kötü, daha kötü’ arasında geçiyor günler, kötünün iyisini ayıklamaya çalışarak bazen de… Girişteki yazıyı kaleme alışımın üzerinden 11 yıl geçmiş mesela. Cemal Süreya, “Kanto” şiirinde bir kadını anlatırken birdenbire “Ben nereye gittimse bütün zulümlerdi / Bütün açlıklardı, kavgalardı gördüğüm / Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu / Namussuz bir çağ bu biliyorsun” dizeleri girer ya araya. Daha iyiye doğru gelişme olmadığı gibi hayatlarımıza bir de gözümüze soka soka, alenen paranın adaleti/enercisi eklenmiş. Namussuz çağ, namussuzluğunu artırarak devam etmiş…

Uzunca zamandır, hep bir ağızdan ileniyoruz, beddualar yağdırıyoruz zalimlere, kitaplı kitapsızlara, can alanlara, can yakanlara… Acıyan her yanımızı, yerini bulmayan adaleti Allaha havale ediyoruz çaresizce. Kaybedilen çocukların, katledilen kadınların, kedilerin köpeklerin, kesilmiş kolonlar yüzünden uykusunda can veren evlatların, konuştuğu, düşündüğü için cezalandırılan, özgürlüğü çalınanların hak edilmemiş sonlarına yüreğimiz yandıkça…  Çaresizliğin küfrüne/bedduaya sığınıyoruz.

Yetmezse, kızdığınızda bir arkadaşımın annesi gibi gökyüzüne seslenin siz de:
“İnşallah aşağıya düşersin!”
Gün yüzü görmeyenleri, gün yüzü göstermeyenleri görür o zaman, belki…