Sene 2030’da Nijerya’ya, Kahramanmaraş büyüklüğünde bir göktaşı çarptı. Çarptığı anda sanki yer yerinden oynadı, İzmir’de hissedilen deprem 8.2 büyüklüğündeydi. Binaların beşte dörtlük kısmı yıkıldı, inanmayacaksınız ama ayakta kalan binalardan birisi Bostanlı’daki eğimli binaydı. “Altında hazretlerinin yatırı var” diyen güruh da peşi sıra gelen dev dalgaların kurbanı oldu. Göktaşının çarpması sonucu gökyüzü toz bulutuyla kaplandı üç gün sonra. Sıcaklık mevsim normallerinin on yedi derece üstüne çıktı, yayılan radyasyon hayatta kalan tüm canlıları etkiledi. Haliyle iletişim ağlarının tamamı çöktü ve kullanılamaz oldu. O günü hâlâ hatırlıyorum, aklıma gelen ilk şey tavuk döner olmuştu…
Talihsiz olayın üzerinden üç yıl geçti, bu sabah boğazıma talaş dökülmüş gibi uyandım. Kapı hararetle çalarken açtım, karşımda radyasyondan etkilenmediğini düşünen ama çenesinin altında üçüncü bir kulağı olan komşum, “Cemal Bey, kombinizden kurbanlık hayvan pazarı gibi sesler geliyor, evimizde kendi konuştuğumuzu dahi duyamıyoruz, düzeltin şu durumu yoksa şikâyet ederim polise!” diye çıkıştı. “Tamam Fahriye Hanım, ilgileneceğim hemen” dedim ve kapıyı kapattım. “Hava zaten 47 derece, bu havada ne kombisi ne sıcak suyu?” diye düşünerek balkonun kapısını açtım ki… Göktaşı düştüğü gün yanımda tanıdığım tek kişi olan Saffet’le karşılaştım. Hırlama ve böğürtüler Saffet’ten geliyordu, ağlıyordu, bacakları tamamen yanık içinde, gözünün birisi (tahminim, yağmacı organ mafyası tarafından alınmış) yerinde değildi. “Saffet?” dedim. “Bugün seçim olsaydı oyunu kime verirdin?” diye sordum. Radyasyondan kaynaklı cılız kollarının arasında perde oluşmuştu, “gubirik, kubirik” diyerek havalandı ve karşıdaki dikenli telleri aşarak binanın çatısına kondu. Bir eliyle gagasını temizliyor, diğer eliyle de kanadını açıp yakıcı güneş ışınlarının etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. “Ulan, Dünya atmosferinin tozla kaplı olması gerekirken hava neden güllük gülistanlık?” demeye kalmadan kendime geldim. Gözüm dalmış, içim geçmiş… Neredeyim diye hemen hızlıca bir kontrol ettim ve acı gerçekle tekrar yüzleştim. Karşımda Fahriye Hanım, yanımdaki koltukta ise Saffet Bey. Saffet hâlâ dudağının kenarında biriken beyaz tükürüklerle anlatıyor da anlatıyor, Fahriye Hanım’da “hı hı, evet” diyerek kafasını onaylar biçimde sallıyordu. Saffet sözünü bitirdikten sonra bana döndü Fahriye, “Siz?” dedi. “Ben? Nasıl, alamadım?”, kendi meşrebince çok neşeli ve enerjik olduğunu gösteren kahkahasını attı ve devam etti, “Siz Cemal Bey, kendinizi on yıl sonra nerede görüyorsunuz?” Demek ki o hayali kurmaya başladığım an bu soruyla gelmişti, bir tavuk döner otomasyon firmasındaki iş başvurusu için mülakattaydım. “Ben,” dedim, “on yıl sonra kendimi çok net göremiyorum” dedim beş buçuk numara gözlüklerimi göstererek. “Göz bozukluğum ilerleyeceği için. Ehehehe…” Hava buz kesti. “Geçmiş iş tecrübelerinize baktığımızda çok da matah bir durum göremiyorum.” dedi Fahriye ve kırmızı ojeleri. Döndüm, Saffet’e baktım, normalde saçlarının yağlı olduğuna emin olduğum Saffet, bugüne özel üç kiloluk jölesinden bir panayır alanı yaratmıştı kafasında, sanki özel bir üniversitenin nargile bölümü son sınıf öğrencisi gibi duruyordu, kısa Marlbora içen yılandı Saffet, BMW’si olan bir ejderhaydı. Ben de bu işi Komodo Saffet’e kaptırırsam yazıklar olsun, onun görseli varsa benim de zekâm var diyerek başladım aklıma ilk geleni söylemeye, “Dünyanın her yerinde yüzdeler olarak farklılıklar olsa da, toplumlar yetkiyi politikacılara veriyor. Halbuki bilim insanları ve entelektüellere verilmesi gerekir. Toplumlar, çok daha iyi koşullarda yönetilmek yerine kendileri için sürükleyici birini tercih ediyorlar” dedim. “Yani?” dedi, “Ne yanisi Fahriye Hanım, koyun ömrünü kurttan korkarak geçirir ama en sonunda onu çoban yer, kapitalist sistem bunu gerektirir!” dedim.
Eve giderken üç tane bira, yarım kilo da erik aldım. Akşam saat yedi olmuş hava hâlâ aydınlıktı. Mahallemizde oynayan çocukların plastik topu suratıma çarptı, yukarıya asılmış yeni yıkanan halının suyu da kafamı kaldırdığımda yüzüme damladı hep. Eve girdim, karşıdaki binanın çatısına baktım, Saffet oradan bana bakıyordu, işi alamamış olsam da mutfaktan bayat ekmekleri alıp balkona ufaladım, en azından kuş beyinli Saffet’i beslerim diye düşündüm.