Bin dokuz yüz yetmiş iki yılı, üzerinden yıllar geçse de hatırlanacak, ülke için en karanlık, en kötü yıllardan biriydi. Henüz mart ayında Kızıldere’de gençler vuruluyor, mayıs başında ise üç fidan idam ediliyordu. Gazeteler ve televizyon ortalama İzmirliyi tüm bu olaylardan iyice ürkütüyor, Eskişehir şampiyonluğu kıl payı Galatasaray’a kaptırırken, önce incirler sonra Fuar İzmir’e bu bedbaht havanın içinde geliyordu.
Her sene olduğu gibi o sene de Fuar’a iddialı bir kadro ile hazırlanmıştı göl gazinosu. Sevim Tuna assolist olarak çıkacak, hemen altında Ahmet Özhan, Nazan Şoray, Sezer Güvenirgil olacaktı. Arzu Ece, Hülya Süer, Recep Kaymak ve Nihal Arda’ya komik olarak Huysuz Virjin eşlik edecekti. Toplamda neredeyse 60 sanatçı aşağı yukarı beş saatlik bir eğlence sunacaktı. Fiks menü 1500 lira olarak belirlenmişti. İzmir’in kadınları ve mini mini çocukları için de matine 400 lira olarak düşünülmüştü.
Sigortalı bir işçi o yıllarda ortalama olarak 1200 lira maaş alıyordu. Devlet memurlarının durumu biraz daha iyiydi onlar da 2000 lirayı buluyorlardı. Bu paralara fuara gazinoya gitmek işçi ve memurlar için neredeyse imkânsız gibiydi. Zaten Göl Gazinosu dediğin yer gecede üç yüz kişi alan, iki haftada her gün başkaları gitse taş çatlasın 4500-5000 kişinin izleyebileceği programdı. Peki, çoğunluğun izlemek için içeriye giremediği bu gazinolar nasıl anlatılır olmuştu böyle? Öyle ya herkes İzmir fuarından, sanatçılardan bahsederken neredeyse kimse gazinolardan bahsetmiyordu.
1973’te fuarın hikâyesini tamamen değiştirecek bir şey yaşanıyor ve İhsan Alyanak başkan seçiliyordu. Onun talimatı ile seslerini arttıran gazinolar artık dışardan da duyulabiliyor ve İzmir’in garibanları zenginlerle birlikte aynı saatte, aynı göğün altında eğlenebiliyorlardı. İzmir bir bütün olarak ortak anılarını yazıyordu. Kimisi anılarına poposuna batan çimleri ekliyor, kimisi yediği biftekle birleştiriyor ama Zeki Müren’in sesi herkese aynı tınlıyordu.
Sadece gazinolarda değil, fuar şehrin fakir kesimine dışardan da olsa Devekuşu Kabare’yi, Nejat Uygur’u dinlettiriyor, koltuklardan gelen gülücüklerin daha fazlası sahnenin dışından duyuluyordu.
Daha sonrasında nedense şehrin yöneticileri zenginler ile fakirlerin birlikte eğlenmesini istemediler. Sesler kısıldı, halk konserleri geldi. Ne gazinoların etrafına parası olmayanlar gidiyor, ne de halk konserlerine zenginler katılıyordu. Şehirdeki her sınıfın kendine ait bir fuarı olmuştu artık ve dürüst olmak gerekirse, Zeki Müren gibilerin olmadığı fuar artık zenginler için de bir şey ifade etmiyordu.
Fuarın yıldızı yavaştan sönerken, muhtemel ki fuarda kendi gariban eğlenceleri olan Ahmet Piriştina geldi ve tüm İzmir’i tekrar birlikte eğlendirmeye çalıştı. Fabrikatörler de, ayakkabı boyacıları da aynı fıskiyelerden su içmeye başlamıştı ki bizi bırakıp gitti. Yerine gelenler fuarı hiç anlamadılar. Zenginlerle fakirlerin fuara giriş yollarını bile ayırdılar. Arabası olanlar fuarın altındaki parktan fuara girer olmuştu. Onların bu fuardan toplanmış broşürleri yoktu belli ki. Babalarının asla alamayacağı arabalara binmek için sıra beklemediler belki sadece gecenin geç saatlerinde bir gazinoda iki sandalye birleştirilmişken uyuyakaldılar. Ve bu sene, neredeyse yüz senelik bir geleneği fuarın açılışını Lozan’da yapmaktan, şehirliye, balkonlardan onlara bakanlara, hiçbir para ve mevkisi olmayanlara kendilerini göstermekten imtina edip fuarın açılışını sırf protokol ile açık havada yaptılar.
Fuar tüm İzmir’in, zenginiyle, fakirinin, beyaz eşya satıcısıyla, badanacının aynı çile bülbülüne aynı anda “Allah” diye bağırdığı, kamikazeye binen cesurlar ile onu izlemeyi sevip bir türlü binmeye cesaret edemeyen ürkeklerin birlikte korktuğu, gölün yanında makarna bira içenlerin, Vestel Pavyonu önündeki ekrandan dünya kupası maçlarını izleyerek ekmek arası kızartma yiyenlerin, Magambo’da pahalı etleri afiyetle yiyenlerin doymuş karınlarıyla birlikte geçtikleri Basmane kapısıdır. Bizi fuarda birbirimizden ayırmayın. Varlıklılarla, yoksulların tekrar birlikte üzüm şırası sırasında buluştuğu bir fuar olmalı fuar.