Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımdan bu yana okuduğum sayısız romanın bende bıraktığı izler, birçok roman kahramanına ait imgeler, belleğimin en gizli köşelerinden süzülerek bütün canlılıklarıyla, sık sık gözlerimin önünde beliriyorlar. O romanlardaki ayrıntıları, bazı olayları, kimi betimlemeleri unutmuş olmama karşın, roman kişilerinin zihnimdeki sahnede bütün canlılığı ve etkinliğiyle rol aldıklarını gözlemliyorum. Bu durum, romanın her şeyden önce insanı anlatan, onun iç dünyasını ve yaşantılarını konu alan ve irdeleyen bir yazın türü oluşu gerçeğinden kaynaklanıyor bana kalırsa. Roman sanatının kurgusal merkezinde “insan” vardır; insan, kendi gerçeğinden izdüşümler bulduğu oranda ilgi duyar okuduğu romana ve o romandaki kişilere. Romanların çoğunu yüzyıllar boyunca unutulmaz kılan, içinde yaşayan kişiler değil midir sonuçta?
Bu düşüncelerim, daha çok, gerçekçi roman geleneğine ait yapıtların kişilerini kapsamakta. Bu arada, romantizm döneminin ustası Victor Hugo’nun Notre Dame De Paris romanındaki Quasimodo’yu, Sefiller’indeki Jean Val Jean’ı da anmak gerekiyor elbette. Onların yanı sıra epeyce eski bir roman kişisi, çoğumuzun belleğine kazınmıştır; adı Don Kişot'tur. Roman sanatını başlatan aynı adlı romanın cesur şövalyesidir o.
Bende en çok iz bırakanları düşündüğümde özellikle realist dönem roman karakterlerinin somut biçimde içimde yaşadıklarını duyumsuyorum. Anna Karenina’nın iç dünyasındaki fırtınaları bilinç akışı tekniğini kullanarak aktaran Tolstoy’un adını edebiyat tarihinin en görkemli sayfalarına yazdıran da yarattığı kahramanlardır. Dostoyevski’nin hassas ruhlu, kırılgan ve naif karakterleri, ruhsal dünyalarındaki karmaşaya çağırır bizi sürekli… İnceledikçe, araştırdıkça onların iç labirentlerinde kaybolursunuz. Karamazov Kardeşler’deki Alyoşa’nın, Suç ve Ceza’daki Raskolnikov’un ve Budala’daki Prens Mışkin'in… Turgenyev'in Babalar ve Oğullar’ındaki Bazarov'u; o nihilist, muhalif, her şeyi sorgulayan, tartışmacı Bazarov'u çoğumuz unutmamışızdır. Sanki içimizden biri gibidir; dünyanın birçok yerinde, insanların arasında başka adlarla hâlâ yaşamaya devam etmektedir.
Ancak ben, roman kişisi dendiğinde öncelikle Madame Bovary’yi anımsıyorum. Flaubert’in romanına adını veren bu karakter, sürekli arayışlar içinde olan, kendi dar dünyasını aşmaya çabaladıkça bataklığa saplanarak düşlerine yenik düşen bütün kadınların, roman gerçekliği içindeki ilk temsilcilerindendir. Özgürleşmenin, kendini arayışın, topluma ters düşmenin bedelini, yaşamına son vererek ödeyecektir Madame Bovary; tıpkı Türk yazınındaki unutulmaz karakterlerden biri olan Bihter gibi. Halit Ziya’nın Aşk-ı Memnu’daki Bihter gibi, belleklerde yaşayan başka bir roman kişisi ise Mai ve Siyah’taki Ahmet Cemil’dir. Mavi düşlerine yenik düşerek simsiyah bir gecede gerçeklerin farkındalığını yaşar o da. Halide Edip’in Handan’ı, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak’taki Seniha’sı, Ahmet Celal’i, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’ndaki ele avuca sığmaz Feride’si, okurların belleğine kazınmış kişilerdir.
Halk söylenceleri içinden geçip Yaşar Kemal'in usta anlatımıyla yeniden doğan İnce Memet'i, bilge yaşlı kadın Meryemce'yi de bu bağlamda anmak gerekiyor. Orhan Kemal'in köyden kente göç eden emekçi kesimin toplumsal çelişkilerini anlattığı canlı roman kahramanları, kitap sayfalarında olduğu kadar, hayatın diyalektiğinde de yaşamalarını sürdürmekteler. Selim İleri'nin 70'li ve 80'li yıllara damgasını vuran romanlarında anlattığı küçük burjuvaların bunalım ve iç çelişkilerle dolu evrenine günümüz penceresinden baktığımızda değişen çok fazla şeyin olmadığını da gözlemlemekteyiz.
Yazar, roman karakterlerine, ne kadar çok ruhsal derinlik kazandırırsa, onlar da o kadar çok unutulmazlığa erişmekteler. Çünkü roman kişilerinde insana ait bütün evrensel duygular, yaşantılar içselleşmiş durumdadır. Roman gerçekliğinin her şeyden önce bir kurmaca olduğunu da unutmamak gerekir. Özellikle klasikleşmiş romanlar, kaynağını insan ve toplum gerçeklerinden aldıkları, bu kaynaklardan beslendikleri için, gerçeğin izdüşümünü içlerinde tüm somutluğuyla taşır. Bir üst gerçeklik olarak roman, temeldeki tarihsel, toplumsal ve psikolojik gerçeklerin yansımalarını barındırır. Toplumu, tarihi ve olayları kurmaca dünyasında, olabilirlikler bağlamında anlatırken, bir yandan da gerçekler dünyasına göndermeler yapar.
Dolayısıyla, gerçekler dünyasından yola çıkan roman sanatı, gerçeğin izdüşümlerini aktarırken, karakterlerini de yaşayan insanların benzerleriyle oluşturur. Roman kişileri gerçek yaşamdaki kişilerin aynısı olmamakla birlikte, bir ya da birkaç karakterin bir potada dönüştürüme uğratılmasıyla ve yazarın onlara düşsel boyutlar kazandırmasıyla yaratılırlar. Gerçeği bire bir yansıtmayan, gerçeğe mecaz anlamlar yükleyen ve okuru şaşırtan romanlarda da kişiler önemlidir. Franz Kafka’nın roman karakterleri başlı başına bir inceleme alanı oluştururlar. Dönüşüm'de, bir sabah uyandığında kendini böceğe dönüşmüş durumda bulan Gregor Samsa'yı, Dava'nın karakteri K.'yı yaratan Kafka, onların kişiliğinde bürokrasiye ve akıldışı toplumsal mekanizmalara göndermeler yapar.
Milan Kundera, kuramsal yapıtı Perde'de şöyle yazıyor: “Kafka, gerçeğe benzemeyenin üstüne gerçeğe benzerlik maskesini geçirir, bu da romana ve bütün romanlarına taklit edilmez sihirli bir çekicilik kazandırır.” Aynı yapıtında Kundera'nın şu değerlendirmesi de dikkatimizi çekiyor: “ Bir kahramanın canlı, güçlü kuvvetli, sanatsal açıdan başarılı olması için onun hakkında her türlü bilgiyi sıralamak gerekli değildir; onun da sizin ve benim kadar gerçek olduğuna inandırmak gereksizdir; güçlü ve unutulmaz olması için, romancının onun için yarattığı duruma ilişkin alanı tamamıyla doldurması yeterlidir.
Bazen de yazar kendi iç dünyasını, içinde kopan fırtınaları kendi yarattığı roman karakterine yükler. Onun ağzından, onun bakış açısından anlatır kendi iç gerçeklerini. Bazı yazarlar da vardır ki tamamen kendilerini dile getirirler romanlarında; ruhlarındakileri açmazları, topluma uyamamaktaki sıkıntılarını, tabuların ve dar sınırların cenderesindeki boğuntularını içtenlikle, bütün çıplaklığıyla anlatırlar. Ülkemiz yazını açısından, Tezer Özlü bu cesur yazarların en başında gelir bence.
Karakter yaratmak kolay değildir ve roman yazarlığının püf noktası karakter yaratmadaki ustalıkta gizlidir. Leylâ Erbil de, toplumun sorunlarını, toplumun erkek egemen niteliğini ve kadınlara uygulanan görünür ve görünmez baskıları daha çok “ruh hastası” gibi görünen bunalımlı karakterlerinin ağzından aktararak, bizleri düşünmeye ve yorumlamaya çağırır. Dili de bu “hasta” karakterlerin zihninden geçirerek değiştirir ve kendine özgü bir roman dili yaratır. Son kitaplarından Cüce’deki Zenîme, bu bağlamda gerçekten son derece farklı, sıra dışı bir roman kişisidir.
Günümüzde yazılan romanlarda karakterin ağırlığının biraz azaldığını; buna karşın özgün ve değişik kurgu tekniklerinin denendiğini gözlemlemekteyim. Günümüz romanı, algılamaları sürekli parçalanan, gerçeği bir bütün halinde görmeyi başaramayan ve sanal dünyada giderek daha fazla tutsak kalan çağımız insanının naifliğini duyumsatırcasına, merkezine insan gerçeğini almaktan giderek uzaklaşmaktadır. Öyle ki metnin kendisi, roman karakterlerinden daha fazla öne çıkmaktadır. Sanki roman metni başlı başına bir karakter olmuştur. Bu, elbette tartışılması ve değerlendirilmesi gereken önemli bir olgudur.
Roman kişilerinin silikleşmesi sorunsalını irdelemek için, dünyada ve ülkemizdeki toplumsal, ekonomik, kültürel değişim ve dönüşümlere eğilmek, günümüz insanının bireyleşirken yalnızlığa, parçalanmışlığa ve sanallığa sürüklenmesindeki temel etmenlerin neler olduklarını çözümlemek gerekmektedir. Sonuçta, unutulmaz roman kişileri zihinlerimizde, belleğimizde yaşamaya devam etmektedir; ancak yeni ve güçlü roman karakterinin yaratılmasının artık çok güç olduğu bir çağda mı yaşamaktayız? Bence bunun yanıtı, en güçlü ve yanılmaz eleştirmen olan “zaman”ın bilgeliğinde gizlidir.