Geçenlerde, bir araştırma dolayısıyla Emile Zola’nın Thérèse Raquin adlı romanını yeniden okuyor ve her satırdaki yazınsal güzelliğin tadını bir kez daha çıkarıyordum. Sayfalardaki akışa kendimi kaptırmışken, bir anda, okuduğum birkaç satırdaki yoğun anlamların benliğimi farklı bir biçimde etkilediğini hissettim:
“Bir güz akşamı kadar hüzünlü sakinlikte hiçbir şey yoktur. Işıklar, ürpertili havada donuklaşır, yaşlanmış ağaçlar yapraklarını dökerler, yazın ateşli aydınlıklarıyla kavrulan kırlar, ilk soğuk rüzgârlarla birlikte ölümün geldiğini hissederler. Göklerde, umutsuzluklarla sızlanan soluklar vardır. Gece, loşluğunun içinde kefenler getirerek ta yükseklerden iner.”
Bu satırlarda, sonbaharın erken inen akşamlarında derinleşen sessizliğin ve onun çağrışımlarının insanda yarattığı hüzün duygusu dile getiriliyor. Hüznün asıl kaynağı, doğanın içe kapanmışlığının insana yaşattığı umutsuzluk ve çağrıştırdığı ölüm düşüncesidir. Güz geldiğinde günler puslu ve yağmurludur; doğadaki her varlığın üzerine erkenden çöken, her nesneyi kuşatan geceler, insana ölüm karanlığını derinden hissettirir. Mevsimden mevsime, günden geceye geçişler, akıp giden zaman karşısında insanın çaresizliğini dillendirir bir kez daha… Zaman ilerlerken ve yazgısal ölüm gerçeğine adım adım yaklaşırken, elinden hiçbir şey gelemeyişi dolayısıyladır insanın başkaldırısı. Umarsız bir başkaldırıdır bu; odağında hüzün dediğimiz duyguyu yoğunlaştıran ve hüznün buruk tadını yüreğe incecik bir dantel gibi dokuyan. Kaçınılamayan ölüm karşısında, “insanın yazgısına yönelttiği içli bir çığlık”tır hüzün. Sisyphos’un yorgun yüreğinde atan duygu da hüzünden başka nedir ki?..
Edebiyatımızdaki pek çok şiir ve öyküde hüznün anlatımı olan imgelerin yer aldığı görülür. Bizde başlı başına bir hüzün geleneği vardır. Klasik şiirimiz de bu duygu üzerinde yükselir. 19. yüzyıldan itibaren yüzünü Batı’ya çevirmeye başlayan edebiyatımızın verimlerine de hüzün egemendir. Ahmet Haşim “melâli anlamayan nesle aşina değiliz” derken bu hakikati şiirsel düzlemde dile getirir. Onun Merdiven şiirinde, Thérèse Raquin romanından aktarmış olduğum tabloya benzer bir görünüm yer alır; benzer duygu ve kavramlar işlenir. Çünkü hüzün evrenseldir aynı zamanda: Sonbahar, akşam, günbatımı, sessizlik, zamanın akışı, gecenin nesneler üzerine çöküşü, bu görünümün insan ruhundaki yansıma ve yankıları, yalnızlık, çaresizlik, melankoli, hüzün... Melâl…
Hüznü yaratan, yaşamdaki boşluk (ve yalnızlık) duygusudur; bu boşluk duygusu, zamana egemen olamayışın getirdiği çaresizlikle bütünleşerek dalga dalga yayılır insan ruhuna. Geçen zamanın ardında kalan gençlik geri gelmez asla:
“ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün”
dizeleriyle Attila İlhan bu gerçeği dile getirir. Geçen zamanın ve yavaş yavaş eriyen ömrün karşısında elde kalan, yalnızca hüzündür...
İnsan, elde kalan hüznü anahtar yapıp kapılar açabilmeli kendine. Elbette ölümün yarattığı boşluğa çözüm bulunamaz. Yalnızca sanatın içinde yaşar ölümsüzlük. Hüzün, istenirse, yaşam boşluklarını umuda dönüştürüp yepyeni eylemlere, çabalara yollar açabilir; yaşama dinamizm kazandırabilir. Salt, sürekli bir hüznü yaşamak insanı durağanlığa sürükler; böyle bir durumda yaşam tüm hızıyla akıp giderken insan yaşamın kıyısında kalakalır...
“hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün”
derken, hüznün içinden umudu ve yaşama gücünü çekip çıkarmanın önemini de işaret eder gibidir şair.
Yaşam bir çelişkiler yumağı değil midir? Kederin, hüznün ipliği umudun ipliği ile sarmaş dolaştır. Yaşam yumağının içindeki umut ipliğine tutunup, günleri güzelliklere dönüştürebilmek; hüznün içinden umudu süzebilmek, insanın istem gücüyle yakından ilgilidir.
“Hayat çekilmez bir çiledir,
Ucunu bulup bu çilenin
Şiirle eğire eğire eğer
Sevince dönüştürmezse şairler.”
dizeleriyle İsmail Uyaroğlu özlüce anlatmıştır bu gerçeği.
Zaman zaman hüzne kapılmak, hayatın akışına uygun doğal bir insanlık durumudur; yeter ki insan daimi olarak hüznün içinden bakmasın yaşama; yeter ki hep seyirci olmasın, hep kabullenmesin ve eylemsiz kalmasın olaylar karşısında. Hüzne sımsıkı tutunmak değil, o hüznü yaratıcılığa yönlendirmektir önemli olan.
Hüznün buruk tadını, sanat ve edebiyat güzelliklerine dönüştüren sanatçılar; yüzyıllar boyu unutulmaz pek çok esere imzalarını attılar, insanlığın belleğinde kalıcı izler bıraktılar.
Hüzündür yürekleri sanat güzelliklerine açan… Hüzündür sanatçıların elinde ölümsüzlüğe kanat açan… Hepsi insanın çabası ve irade gücüyle ilintilidir.
İnsan, içindeki hüznü estetik güzelliklere ve dolayısıyla yaşam sevgisine dönüştürmeyi başarabilmeli… O zaman, yaşamın hüzün çiçekleri, sanatın ölümsüz çiçekleri halinde gülümseyecektir insanlığa. Ölüm karşısındaki çaresizliğin bilinçaltı karanlığından doğan hüzün duygusu, sanatçının yaratıcı ellerinde ölüme ve yok olmaya çare olacaktır böylece…