İnsanın yüzyıllarca süren uygarlık serüveninde zaman kavramının ayrı bir yeri ve önemi var. Zaman, her şeyden önce; insanın dünyayı, evreni anlama, algılama ve dolayısıyla onu yorumlama- dönüştürme biçimini belirleyen özel bir öneme sahip. Zaman kavramının, kaynağını rölativiteden, kuantum fiziğinden alan pek çok tanım, açıklama ve yorumu yapılıyor. Ayrıca zaman, kuramsal boyutunun yanı sıra toplum ve insan yaşamını yönlendirmesi, dünyayı birey-toplum temelinde yeniden düzenlemesi bakımından, yaşamın kendisi kadar gerçek ve somut bir nitelik taşıyor.
Geçmiş yüzyıllarda yaşayan insanların zaman algılamaları, kuşkusuz modern çağın bireylerinin algılarından çok farklı idi. Zamanı bölümlendirmenin, onu saatlere, takvimlere göre sınırlandırmanın kültürel, toplumsal yaşam üzerindeki yansımaları elbette başlı başına bir inceleme konusu. Her uygarlığın dünyaya bakışına göre geliştirdiği takvim ve saat sistemleri birbirinden farklılıklar gösteriyor. Yaşadığımız yeni binyılın da “küreselleştirilen dünya”yı tek zamana sürüklediğine tanık oluyoruz. Dünyada birbirinden çok farklı kültürler, dinler, uluslar olmasına karşın, bütün insanlık, tek boyutlu ve “yönlendirilmiş” zamana karşı duramamakta, küresel sistemin zaman anlayış ve algısına tam anlamıyla teslim olmaktadır.
Toplumumuzun eski saat ayarında günün başlangıcını şafağın parıltıları, günün sonunu da akşamın ışıkları belirlerdi. Işıkla eşit düzeyde, ışığa ayarlı günlerdi önemli olan. Karmaşık ve yorucu olmayan, “geceleri dinlenmemiz için yaratılan” bir zaman anlayışı söz konusuydu. Kısaca, yaşam, gün ışıkları üzerine kuruluydu diyebiliriz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında, alaturka saat ayarının değişmesi, toplumsal sistemin Batılı saatlere göre ayarlanması bağlamında, Doğu ve Batı uygarlıkları arasındaki farklılığı işleyerek, yaşanan kültürel bocalamaların ve ikilemlerin ironisini gayet etkili biçimde gerçekleştirir. Görülen odur ki eski insanların yaşama tarzında, yavaşlık, sükûnet ve gün ışığını sonuna kadar değerlendirme düşüncesi büyük önem taşıyordu.
Günümüzde yoğun teknolojik gelişmelerin sonuçlarını kendi çıkarlarına uyarlayarak dönüştüren kapitalist sistemin topluma dayattığı yaşama tarzı hız üzerine kuruludur. Hız, bireyin yaşam alanlarını daraltan, algılarını paramparça eden başat bir ideoloji konumuna ulaşmıştır. Böyle bir ortamda hiçbir şey kalıcı olamamakta, yoğun ileti bombardımanı altında kalan birey, yaşadıklarını düşünmeye, sorgulamaya bile fırsat bulamadan, akıp giden imgeleri seyreden edilgen ve kırılgan bir varlığa dönüşmektedir. Zaman, birey için bir karabasan durumundadır. Durmadan bir yerlere yetişmesi, koşması, yirmi dört saatini sürekli planlaması gerekmektedir. Bu aman vermeyen koşuda insan, ne yazık ki, yaşamın özü olan “gerçek zaman”ın farkındalığını yitirmiştir.
Her şeye karşın bu zorlu koşuyu sürdürüp duruyor çoğumuz. Yıllar geçip gittikten ve yavaş yavaş yaşlılığa doğru adım attıktan sonra zamana dair farkındalık ve bilinç çoğalıyor ruhumuzda.
İşte bir yıl daha geride kaldı. Çok yakında yeni yıla merhaba diyeceğiz. Akıp giden zaman karşısındaki o çaresizliği ve hüznü derinden hissederken güçlü bir ışık da doluyor yüreğimize. Zamanın daimi akışının en güzel yanı; yıllar içinde insanın yaşam deneyimleri sonucunda edindiği o bilgelik ışığı, o derin anlayış ve kavrayış gücü… Hayatın özündeki gizeme adım adım yaklaşmanın verdiği o huzur ve sükûnet. Her yıl biraz daha olgunlaşıyor; biraz daha tanıyoruz hayatı, insanları ve yaşadığımız evreni… Böylece, yaşamak, biraz daha anlam ve değer kazanıyor yüreğimizde. Hakikatin nefesi genişletiyor, sonsuza açıyor içimizdeki dünyaları.
Toplum ve birey olarak, yeni yılda yepyeni güzelliklere, iyiliklere, sevinçlere kavuşmak dileğiyle selamlıyorum sizleri.
Işık ve umutla…