Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen Dünya Emekçi Kadınlar Günü eylemlerine tam da tahmin edildiği gibi İstanbul’da yaşanan kadınlara yönelik polis şiddeti damgasını vurdu. Saldırganların kadınlara duyduğu o büyük kin düşünüldüğünde söz konusu öfkenin iki temel sebebi olduğunu ifade etmek mümkün. Birincisi ve en kolay görüneni elbette politik bir kin. Burada politik bir varlık olarak polisin kendinden olmayan siyasal çevrelere dönük öfkesinden bahsediyoruz. İkincisi ve ilkine göre daha az görünür olanı ise polisin “erkeklik” kimliğiyle yine kendinden olmayanlara –kadınlara- yönelmiş öfkesidir. Yaşanan saldırı birçok nedenle birlikte erkeğin iktidar alanı olarak değerlendirdiği kadın bedeninin yine erkeğin kontrolünden çıkışının sonucu olarak gerçekleşen bir şiddet olayıdır aynı zamanda. Kadının bedeni üzerinde kurulu olduğu düşünülen erkek tahakkümünün zayıfladığı/yok olduğu gerçeğiyle sarsılan yerleşik erkek iktidarının bir pratiği olarak kadına yönelik şiddet, kimi zaman taciz ve tecavüzle, kimi zaman psikolojik yönleriyle, kimi zaman da yasal bazı zırhlara bürünmüş bir halde polis copu, gaz bombası ve gözaltı olarak kendisini gösterebiliyor. Kadının herhangi bir durumdaki isyanı ve başkaldırısı erkeklik denen şey için her durumda derin yaralar almış bir otorite anlamına geliyor. Bu nedenle kadına yönelen eril müdahale de her seferinde kaybolmaya yüz tutmuş eril iktidarın yeniden inşası adına gerçekleştiriliyor. Bu müdahale biçimleri bireysel pratiklerden tutun da daha organize biçimleri ile gerçekleşen kurumsallaşmış pratiklere kadar uzanabiliyor. Yani en sıradan haliyle bu tahakküm işleyişinin yaşam bulduğu alan, bir erkek aklından koca bir devlet aklına giden bozuk bir yola denk düşüyor.
Erkeğin şiddetinden her durumda payına düşeni alan kadın bedeni aynı zamanda erkeğin başka bir erkekle de mücadelesinin hayat bulduğu bir “savaş alanıdır”. Erkeğin erkekle rekabeti ya da çatışması da kadın bedeni üzerindeki “iktidar alanına” sahip olabilmek adına gerçekleşir. Peki, bir “iktidar alanı” olarak kadın bedeninin üzerinde nasıl bir “erkeklerarası” çatışma ve rekabete şahitlik ederiz? Şöyle ki erkeğe “ait olan” bir eşin, bir annenin, bir kız kardeşin bedeni üzerine bir başka erkek tarafından gerçekleştirilen müdahale iktidar alanının ilhakı gerekçesiyle yeni çatışmalar ortaya çıkartabilir. Tam da bu noktada örneğin modern erkeğin içindeki gelişmemiş yan kadının başka bir erkekle birlikte oluşunu kadın bedeni üzerindeki iktidarın el değiştirmesi olarak görür. Böylesi bir noktada kadın bedeni, erkek için erkekliğin tuz buz olmuş tüm gerçekliğine rağmen bir mülkiyet biçimi olmaktan öteye geçemez. Erkeğin kadın bedeni sınırlarındaki iktidar pratiğine annelik, kardeşlik ve eş olma durumu üzerinden atfedilen bir kutsallık da eşlik eder aynı zamanda. Tıpkı dünden bugüne birçok devlet idaresine eşlik eden ve yönetenleri kutsallık ile sarıp sarmalayan, onları dokunulmaz kılan din kurumları gibi. Atfedilen bu kutsallık aynı zamanda bir mülkiyet biçimi olarak kadın bedenini erkek lehine güvence altına alabilir. Aksi durumda erkeğin tahakküm alanının başka bir erkek tarafından işgali kutsal olanın da işgal edilmesi anlamına gelecektir.
Şimdi bu genel tariflerin ardından sıra “erkek gibi erkeklere”, “adam gibi adamlara”, “kötü haberi” vermeye geldi. Kadınlar üzerinde var olduğunu düşündüğünüz iktidarınız bundan çok zaman önce sizleri üzüp, perişan edecek pratiklerle onarılmaz yaralar aldı. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde yaşam bulmuş anaerkil topluluklarda olup bitenler hiç de kabul edebileceğiniz türden şeyler değil. Kadının çokeşli evliliğinin (çok kocalılığın) esas olduğu onlarca topluluk mesela; sahip olduğunuz tüm kalıpları, içinizde, en derinlerinizde koruyup kolladığınız, muhafaza ettiğiniz tüm putlarınızı yerle bir edebilecek bir etkiye sahip. Öyle ki kadının birden fazla kocasının oluşu topluluk içerisindeki çocukların doğal olarak hiçbirisinin babasının belli olmaması gibi bir sonucu da ortaya çıkartıyor. Bu durum yaşadığınız düş kırıklığını biraz daha ağır geçirmenize sebep olabilir. Son olarak altını çizmekte fayda var. Tüm yasalara, kurumlara, günlük yaşamın işleyişine rağmen “erkeklik” mutlak bir otorite, sarsılmaz bir iktidar olamamıştır. Ve bu haliyle sadece ve sadece zihinleri, bedenleri ve emekleri özgürleşmiş kadınların göğüs kafeslerinden çıkacak haykırışların yerle bir edebileceği ortalama bir yanılsamadan başka bir şeye de denk düşmemektedir.