Ne zaman yeni bir şeye başlasam oradaki karşılaşmaların güzelliğini düşünürüm. Beni oraya getirenin hangi değişim ve dönüşümler olduğunu hatırlamak, insan insana muhtaç yaşadığımız şu dünyada yan yana gelişlerimizin ve ilişkiyi örüşlerimizin güzelliğini görmek keyif verir.
Yürüdüğümüz yol; geçtiğimiz aşamalar, yaşadığımız zorluklar, o zorluklara rağmen kurduğumuz hayaller, küçük başarılar deneyimimiz olur. Yola çıkanla yoldaki, yoldan dönenle yerinde duran aynı değildir elbet.
Bugün yeni bir karşılaşma yaşıyorum hayatımda. İz Gazete sayfalarından her cumartesi buluşmak üzere sözleşiyorum yepyeni okurlarla. Bu karşılaşma birlikte çıkacağımız bir yolculuk… İlk etapta tek taraflı bir iletişim gibi gözükse de yorumlar ve paylaşımlarla zenginleşecek bir yol olmasını umut ediyorum.
Aklımda yazıp paylaşmayı istediğim bir sürü konuyla “merhaba” diyorum sizlere. Arapça kökeninde “ferahlıkla” manasına gelen bir karşılama sözü merhaba. Biraz daha kökenine inersek genişlik, rahatlık, rahat etmek gibi anlamları var. Bir anlamda güven veren, dostluğu çağrıştıran, sarıp sarmalayan bir söz… Rahat ettirmek isteyen bir söz…
Ben bu merhabayı bu güven ortamında söylüyorum ama her zaman rahat edeceğinizin, rahat edeceğimizin sözünü de veremiyorum doğrusu. Tıpkı edebiyatta olduğu gibi, tıpkı hayatta olduğu gibi…
Edebiyat benim hayatımda tam da böyle bir karşılaşma. İlkokulda çok okuyan bir çocuk değildim. Okumam gerektiği için okuyordum. Üstelik gayet de okuyan bir ailenin çocuğuydum ve kitaplara yabancı değildim. Ama görev ve sorumluluklar ödevleşip karşıma bir tatil kitabı olarak geldiğinde ben tatil yapmak istiyordum, okumak değil.
Bu arada yazıyordum. Karşımızdaki apartmanda sürekli balkonda oturan bir kadın vardı. Ona bir şiir yazdığımı hatırlıyorum: Balkon Teyze. Sonra olmayan kedilerime yazdığım şiirler de vardı. Şairler bağışlasın! Okulda arkadaşlarımla fotokopilerle çoğalttığımız dergilerimiz vardı ayrıca. Günlük tutardım fazlasıyla. Bir de okul kompozisyonlarımda kitapların faydalarından, kitap okumanın gerekliliğinden, bize açtığı kapılardan falan bahsederdim. O kadar ezberlemiştim ki benzer konularda muhtemelen çevirip çevirip aynı şeyleri yazıyordum. Neden yazdırarak öğretmeye çalışıyorlardı da yaşatmıyorlardı bize?
Türkçe temelimi dershanede ilk öğrencilerinden olduğum canım hocam, şair Asuman Susam’dan almıştım. Dile ilgim o zamandan belliydi. Ama okulda yazmam ve okumam gerekenler canımı epey sıkıyordu. Üstelik iyi bir öğrenciydim!
Sekizinci sınıfta karşıma çıkan edebiyat öğretmenim ise hayatımın dönüm noktalarından Murat Yapucu idi. Bana ilk öykümü yazdıran, dayatmaları kaldırıp önüme Murathan Mungan’ı, Richard Brautigan’ı, Borges’i koyan; klasik kompozisyon konularını altüst eden, hissetmeden yazılanları pek de kabul etmeyen…
Edebiyat zehri o yıllarda zerk edilmişti içime. O zamandan beri de beni değiştirip dönüştürmeye devam ediyor.
Kitap okumanın ceza olarak görülebildiği ülkemde edebiyata zehir demek, ondan yakındığım anlamına gelmesin. Zehir Farsça kökenli bir sözcük. Öldürmek, öldüren gibi anlamları var temelinde. Türkçede ilk anlamı ise organizmaya girince onun fizyolojisini bozan, hatta ölümüne sebep olabilen madde olarak geçiyor. Acıyla bütünleşen mecaz anlamlarının yanında, çok üstün ve çok yeteneklileri de zehre benzetiyoruz… Zehir gibi olduklarından bahsediyoruz…
Şimdi düşünün bir kez; hangi iyi edebiyat eseri okunduktan sonra bizim ruhumuzu sarsmaz, fizyolojimizi bozmaz? Hatta zaman zaman eskileri öldürüp yeni benliklerimizi doğurmaz? Değişim ve dönüşüm acıyı, terk edişleri, bırakışları yaşatsa da ne güzel anlatmış, tam da beni yazmış ya da aman canım öyle şey olur mu dediğiniz hangi kitap içinize bir gün yeşerecek bir tohum atmaz?
Ben, karanlığıma dönüp atılan o tohumların kendimde yeşermesini izlemeyi ve çevreme o tohumları serpmeyi seviyorum. Zaman zaman sakin, zaman zaman zorlu, ürettikçe güzelleşen, zehir gibi zekalara imrendiren keyifli bir yolculuk bu…
Olduğum yerden geçmişe baktığımda her karşılaşmanın zamanında olduğunu düşünüyorum artık. Karşılaştıysak yolda olmanın ferahlığıyla nice paylaşımlara…