Merhaba Dinçer Abi,
Haberini sosyal medyadan alınca oturdum, “Bir Düş müydü O İzmir” romanını yeniden okudum. Harman oldu çocukluğunla çocukluğum...
“Bir kenti aşkla sevmek bu işte!” dedim. Değilse başka türlü nasıl, “Doktor ben iyi değilim/ bana iki tertip İzmir yaz” denebilir ki?
İzmir de seni sevdi, bilesin. Bakma sen tiyatrodaki törene, camideki yolculamaya katılımın az oluşuna. Sen de biliyorsun, teknik olanaklar arttıkça iletişim becerilerimiz zayıfladı.
Yine de çok sevdiklerin, emek verdiklerini temsilen de oradaydı tiyatrocu dostlar, Hülya Savaş, Devrim Akkaya... Eskişehir’den öğrencilerin... Cengiz Toraman, Levent Üzümcü, Mustafa Turan, Neşe Arat, Tomris Çetinel -İzmir’de yaşayanların neredeyse hepsi-... okurların, seyircilerin... Yakınların...
Senin için bir kahve içmeye oturdum o güzel güzel anlattığın İzmir’in sokaklarından birinde, Karantina’da... Seninkiler (“Bir Düş müydü O İzmir”den çıkıp gelmiş gibi) konuşuyor yan masada, bunu yazmazsam olmaz!
“Bizim sahtekârlar,” diyor, “İsveç’te doktora gidiyor, ‘belim ağrıyor’ raporu alıyor gitmemek için işe... o zamanlar MR falan da yok! Raporun süresi bitiyor, gelsin ‘belim hâlâ ağrıyor’ raporu... Böyle böyle gelsin kıyak emeklilik... bir gün bile çalışmadan!”
Susuyor ama uzun sürmüyor, bir sırrını söyler gibi ekliyor:
“Teyzem böyle emekli oldu!”
Notlarımı alırken kahvemi de yudumladım.
“Binmek için öldüğümüz” (hoş hikâyedir, başka bir mektupta yazarım!) o araç yanaşınca avluya ben de minarenin gölgesine sığındım.
Cami avlusundaki güneşliklerin mermer ayaklarına saksılar yerleştirmişler. Kimi dostların oradaki çiçeklerin fotoğraflarını çekti. Kızlardan birini, bağrına bastığı yavru kediyle görünce seni uğurlamaya kedisiyle geldiğini sandım. Meğer avlunun müdavimiymiş yavrucak. O ara dostlarından biri, senin bir fotoğrafını uzattı bir topluiğneyle. Cami görevlileri, yorgun konukların ayakta kalmasın diye plastik sandalyeler getirdi. Bisikletli gençler geçti cami duvarının önünden. Arada tramvayın tantanı ulaştı avluya... Bak buna çok sevineceksin; oyunlarından birini bekler gibiydik!
Sonra fotoğrafını yakamdan kitabının arasına indirdim, ver elini tramvay! A şimdi düştü aklıma! Sen İzmir’in tramvaylı günlerini görmedin, öyle ya! Ama duymuş olmalısın, 2018’den bu yana, Karşıyaka ve Konak hatlarında tramvaylar gider gelir oldu. İki liseliye kulak misafiriyim sencileyin. Biri vermiş kararını, söylemedi ama öteki kararsız. Yaralarımızı deşti:
“Bana uygun meslek aslında gazetecilik ama Türkiye’de mümkün değil! Bir de hukuk... o da yok Türkiye’de. Bilmiyorum ne olacağım.”
Sonra dostlarla konuştuk seni...
Devrim Akkaya’yla tiyatroya adanmış yaşamını, İzmir-Anadolu insanını başarıyla anlattığını/ tanıttığını, İzmir aşkını, cumhurbaşkanlığı danışmanlığını, Eskişehir yıllarını... Sonra, Haluk Işık’la, Hülya Savaş’la, Gürol Tonbul’la (neredeyse “kulaklarını çınlattık” diyecektim, insan razı olmuyor bu dönülmez gidişlere)...
Sevgili Gürol’dan dinleyince İzmir buluşmalarınızı; Kemeraltı, Tilkilik, Namazgâh, Basmane, Kahramanlar... bütün İzmir... saatlerce dolaşmalarınızı; aşklar, ayrılıklar, İzmir sohbetlerinizi; şiir-oyun-roman, kaleme aldıklarınızdaki sahicilik, sıcaklık, sarıp sarmalayan anlatım daha bir anlaşılır oldu benim için.
“Nereye giderse, o kimselerin görmediği/ görmek istemediği insanlarla tuvalet bekçileri, garsonlar, şarkıcılar, temizlikçiler... onlarla saatlerce sohbet ederdi. Sonra kadın dünyasını çok iyi bilen bir sanatçıydı... Çabuk iletişim kurardı. Anlattırır, notlar alırdı...”
Bunları da Gürol Tonbul anlattı.
“Anılar hayatın ziynetleridir.” deyişin düştü de aklıma, “şiir, oyun, tiyatro” da senin ziynetindi be Dinçer Abi!
Bunları yazarken o televizyon programları belirdi gözümün önünde. Televizyonların televizyon olduğu o yıllarda, insana, hayata, ille de kadınlara ilişkin ne hoş tınılar taşımıştın ekranlara, ne çok sevilmiştin!..
Az kaldı unutuyordum, Bademler’in komşusu, Ulamış’ın kadınları da tiyatroyu çok sevdiler, biliyor musun! Üç yıldır inmiyorlar sahneden. Yetmişlik Ayşe abla, “Evde oturup nerem ağrıyor diye kendimi dinleyeceğime tiyatroda her şeyi unutuyorum.” diyor.
Bildim, bu kente/ bu toprağa/ bu insanlara duyduğun aşktandır bir 9 Eylülde veda edişin. Tıpkı Yılmaz Güney (1984), Erkan Yücel (1985) gibi...
Merak etme, sandalın (arada balıkçılara versem de) hep kıyıda bağlı kalacak, kâtip çıkmazındaki eski fotoğraflara da iyi bakacağız. Mavi bisikletine gelince, onu çocuklara verdim Dinçer Abi, güle oynaya biniyorlar...