Gün çekiliyordu usulca. Dillerinde bayatlamış bir ıslıkla çöktüler tuğlaların üstüne… “Bu yaptıklarımıza bak bi de şu savaş filmlerinden çıkmış evlerimize” dedi sigarasını yakarken, bıyıkları sararmış olan. “Öyle deme abi, başımızı sokalım da iki göz odaya yeter” dedi yapıldıktan sonra bırak girmeyi, hiçbir zaman göremeyeceği havuzun başında otururken. “Burda da ne serinlenir be yazın” dedi gülümseyerek sonra. “Olur mu lan burası kışın da kullanılacak” dedi sarı bıyıklı. Defalarca yazılmış romanlardan fırlayan iki kar tanesi gibiydi bakışları. Kasım’ın başıydı.
Saçlarına rüzgâr vurduğu için olsa gerek kitabını kapatarak, kahvenin yanına koydu kız. Yanlarından geçen adamları öylece duygusuz baktıktan sonra telefonunu aldı eline. Oblomov’a takıntılıydı sarı bıyıklı. Rus edebiyatından mı diye göz ucuyla baktı masaya geçerken. Sabahattin Ali gülümsedi yaprakların hışırtısında. Kız telefonla kahve fincanının ve kitabın fotoğrafını çekti. “Abi bu ay çok çalıştık be. Rüya görmek nasıl bişeydi unuttum”. Gençliğinde mahallenin sarı bıyıklı abileri duvara düşlerini yazarmış. O düşlerin inancıyla düşmüş toprağa kimi. Kimi de kimliksizliğinde ve hatta kimi de omurgasızlığında boğulurken, ıslık çalmaktan yorulmuş sarı bıyıklı. Ama yine de o günlerden ona kalan miras okuduğu kitaplar olmuş. Malum gece kondurmuş evini tüm mahalle gibi o da. Arada onlara bilinç getirmeye gelen kimilerinin üstten bakışlarına bıyık altından gülmesi hep geçmişin gazozuna maçlarında en güzel gülen abilerinden miras kalmış.
“Abi be bu akşam iki duble atalım mı tepecikte?” Öyle ya günlerdir faturalar, ödemeler derken boğazını sıkarcasına davranan hayata öf be demek gerek bazen. “Tamam lan…”
Klarnetin sesi rakıya karışırken efkârı dağıtmış darbukanın şakrağı. Kuruçaylı Mahmut o akşam tesadüf ya evden çıkmış onlar gibi atmış kendini sokağa. Bu Kuruçaylı var ya geçmişten bu yana hep sabıkalı. Öyle çok okuyan bilen biri değil ama abisi vurulmuş geçmişte sırf duvara yazı yazdı diye. Kim bilir belki de o efsane duvar yazısını o yazmıştır: “Faşizme k…. Mahir Çayan” her duyduğumda içimden yüzüme vurur tebessüm. Neyse Kuruçaylı devrimci. Ama bir sıkıntısı herkes “Bırak oğlum geçti o günler. Rüya görüyorsun sen” diyor. Çalgıcılar kahvesi, meyhaneye dönmüş. Vakit tamam. Çalgılar yerinde, çengiler de gelir az sonra. Damın üstüne de kurulmuş mu dolunay. Kavga çıkana kadar akrabalar şenlikte.
Dertler unutulmuş. Sarı bıyıklı çakırkeyif... “Çıplak heykeller yapmalıyım diyor Sait Faik, sana diyor lan çulsuz. Hani rüya görmüyorsun ya senin için diyor işte. Nefis rüyalar gör diye” Kuruçaylı gülüyor genç inşaatçının kırmızıya dönen yüzüne. Şiirler şarkılar tazecik şimdi. Dolunay da neşeli ya güneş gelince vedalaşıyor bizimkilerle. Daha tazecik ıslıklarla boş sokaklardan günü kutsayarak yürüyor işçi sınıfı. 100 yıl önce daha görkemli yürümüştü ama diyorlar ya Kuruçaylıya geçti o fasıl.
Sokağın başı gırla üniformalı. Çığlıklar, bağırışlar bir de bakıyor ki genç inşaatçı o girmeye kıyamadığı iki göz odası moloz yığını.
Taşların ve kumların arasından kulağına fısıldar gibi bir toz bulutu yükseliyor. Kirpiklerinden düşen damlaları siliyor yavaşça. Elinde bir kaldırım taşı. “Kaldırım taşlarının altındaki kumsalı gördüm ben” diye koşuyor yanına sarı bıyıklı. Gökdelenlerin yaratıcıları sislerin arasında siren seslerine binerek uzaklaşıyor sonra.
Mahalle de bir hüzün. Ustabaşı çoktan başka işçilerle doldurmuş yerlerini. Bu ayın sonunu getirecekleri yevmiyeleri de yok artık. Hayal edememek ne büyük kabus.
Gece çalgıcı kahvesi yeniden meyhane… Klarnet yok, darbuka suskun. Kuruçaylı yine çıkmış evinden. Muhtarın kapısının önünde oturuyor. Yalan yok dumanlı kafası azıcık. Cılızca bir sesle kendi kendine konuşuyor. “Geçti mi o fasıl şimdi. Ulan rüyanın kendisiyiz biz.” Çevresindekiler şaşkın.
100 yıl geçmiş üstünden dünyayı yerle bir eden o fırtınanın. Hayalet tıkıldığı zindanı tırnaklarıyla kazmakta… Mahalleye gelmiş gencecik çocuklar, biri tanıyor sarı bıyıklıyı. Koşuyorlar gençler onun yanına “Abi sen okumuş adamsın 100. Yılında devrimin sanatla ilişkisini anlatsana bize”. Suskun.
Kuruçaylı yanında, giriyor lafa “Bak şurdaki molozlara. Onları dinle. Gel gece insanların pencerelerinden sızan hüznü dinle. Ben bilmem bunun gibi ama git şu sokaklarda kafasını kuma gömer gibi telefona gömülenleri izle. Zulmün türlüsü yaşanırken sessizliği dinle. Dinle be çocuğum da yaz duvarlara.”
Hamdi alır darbukayı eline, Alsancak’ın arka sokaklarında köle ticareti, sokak lambaları kırılmış, her yer cam. O rüya bitti diyenlere kapatılan bir tiyatronun sokak oyunundan seslenir Kıbrıs şehitlerinde bir oyuncu “rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz. 100 yıl önce sarayları yıkanların yoldaşı, konakları yakanların torunlarıyız. Sığmaz haksızlık nefes aldığımız yere.”
100. yılında devrimin sanatı yazarsan ne güzel olur dedi Ümit…