Anneannem ve dedemle geçti çocukluğum. Evlerimizin arası 100 m vardı yoktu. Onlardan dinlediğim ‘’muhacir’’lik öyküleriyle yaşadım sanırım ilk çocukluk travmamı. Onların çocukluğunda yaşadıkları iç göçlerden bahsederlerdi. Dünya Savaşı esnasında Bitlis’teki Rus işgali sonrası yaşadığı toprakları bırakıp kaçan insanlar... Karda kışta ölen çocuklar, anneler... Yolda doğum yapan kadınların hikayeleri ve en çok da annesi ölünce, bir başkası tarafından elinden tutularak yürütülen küçük çocuklar...
Yakıcılığını çok küçük yaşta öğrendim savaşın. Babam, Kıbrıs Savaşı’na katılan askerlerden biri olduğu için Kıbrıs’taki tanıklıkları da benzerdi benim için. Çok sonraları, 90’lı yılların sonunda taşındığım İstanbul Beyoğlu’nda, köyü yakıldığı için göçmüş çok Kürt ailesiyle komşuluk ettim Tarlabaşı’nda. Yıllar ilerledikçe, Suriye’den kaçıp gelmiş başka aileler...
Bire bir empati kurmanın çok yetersiz kaldığı bir acı. Dinliyorsunuz o hikayeleri ama sizde doğrudan bir karşılık yaratamıyor. En fazla kendinize yabancılaştığınız küçük hezeyanlar dışında ‘’yabancı olmak’’ nedir pek bilemiyorsunuz. Muhacir olmak, göçmen olmak, mülteci olmak...
...
Günlerdir evden çıkamaz oldum. Çakılıp kaldım salona. Karşımda televizyon, elimde cep telefonu. Günlerdir okuyup anlamaya çalışıyorum olup biteni. Bana bu konuda ne düşündüğümü soran arkadaşlarıma ne düşündüğümü değil ne hissettiğimi anlatmaya çalışıyorum. Duygum ve vicdanım, aklımın çok önünde çünkü.
Sınırın açılacağını duyduğumda boğazım düğümlendi. Kısa bir süre için açacağız demek, tehdit etmek demekti. Açıkça şantaj olarak kullanılacaktı bu insanlar. Avrupa’yı bu koz ile vurmaya çalışmak, Rusya ile bir mutabakat zeminini bu insanlar yüzerinden yapmak açıkça vicdansızlıktı. Üstelik, bu insanları hem buradaki ırkçı, faşist saldırganların gözünde düşmanlaştırmak anlamına da geliyordu. Çok geçmeden saldırı haberleri gelmeye başladı zaten. Kahramanmaraş ve Samsun’da Suriyelilere karşı toplu linç girişimleri yansıdı haberlere.
Kalmalarını istemiyordu sair çoğunluk. ‘’Defolup’’ gitsinlerdi. Artık ‘’yeter’’di. Yüzlerinde bir umut gülümsemesiyle gidenlere daha da öfkeleniyorlardı. ‘’Nankör’’ deniyordu. Açıkça nefret kustu tüm toplum. Kalsalar yabancı, gitseler yabancı. Hep muhacir, hep göçmen, hep mülteci...
Sınırda gaz bombaları ve plastik mermilerle bekliyordu Yunan polisi. Ya da botlarla kaçtıkları Yunan Adası’nda kıyıda durup onların bottan inmesini engelleyen ırkçılar vardı yollarının üzerinde. Irkçılık yapanın ulusu ne olursa olsun sonuç değişmiyordu. Çantalarında bir kaç parça eşya, biraz azıkla çıkmışlardı umuda yolculuğa. Kalsalar linç, gitseler linç...
Ağlayan çocuklar, suya düşenler, denizde mahsur kalanlar, Meriç Nehri’ndeki adacıklara sığınanlar, dikenli tellerden atlayanlar. Sayısız zorluk, sayısız ayrımcılık, sayısız kötülük. Hem buradaki ırkçılardan hem onları bekleyen ülkedekilerden sayısız saldırı. Sonsuz nefret.
Şimdi, bir de Suriye’deki savaştan kaçmaya devam eden ve Türkiye sınırına yürüyen yüzbinlerce yeni yabancı söz konusu. Sınırı açmayacağımız söyleniyor. Rejimden kaçan 1 milyon civarındaki Suriyeli sınırımızda katledilebilir. Geçtiğimiz çeyrek asırda tanık olduğumuz Ruanda ve Bosna Hersek’teki soy kırımı unutmadık. Ama kendi sınırımızda yaşanabilecek olası bir katliama karşı nasıl bir tavır takınacağız? Ya da yepyeni bir utancımız mı olacak?
Düşündükçe değil, hissettikçe acılarım katlanıyor. En kötü barışın en iyi savaştan daha iyi olduğunu bilen biriyim. Çocukların, kadınların, engellilerin bu savaşlardan daha zorluklarla çıktığını gözleyen izleyen birisiyim. İzledikçe yaralarım artıyor, gördükçe içim dilsizleşiyor.
“Savaşa hayır” dediği için insanların tutuklandığı bir ülkede, bu satırları yazmak bile cesaret gerektirmeye başladı ne yazıkki. Sınırı açma demenin ‘’sen de onlarla birlikte defolup gidebilirsin’’ türünden karşılıkları var artık.
Biz yine de serin tutalım içimizi. Sınırımızdaki savaşın bitmesini dileyelim tüm gücümüzle. Daha fazla şehit vermeyelim. Daha fazla çocuğun ağladığına şahit olmayalım. ‘’Barış, hemen, şimdi’’ demenin gücüne inanalım. Ve barışa inananlar olarak az olan sesimizi diri ve gür tutalım. Ve korkmayalım biz yine ‘’Savaşa hayır’’ demekten.