İnsanlık bir süredir tanıklık ettiğimiz üzere doğa karşısında kendi derin çaresizlikleri ve büyük korkuları ile sınanıyor. Belki ilk defa, belki de çok uzun bir zamanın ardından bu denli yaygın ve belirgin bir korkusu olmamıştı türümüzün. O pek kudretli olduğu düşünülüp, canlılar dünyasının en üstün varlığı olduğu zannedilen insan ne denli zayıf ve savunmasız olduğunu çoktan itiraf etti yaşamın olağan akışına. Şimdi kendisi açısından olağanüstü zamanlar anlamına gelen bu günlerde, edindikleri alışkanlıklar ve gösterdikleri refleksler ile şüphesiz ki üzerine fazlaca konuşulmayı hak ediyor. En basit haliyle toplum açısından bu dönemin temel ihtiyacı olarak tarif edilebilecek şeyler bütünlüklü bir karantina, işsiz kalmama garantisi ve devlet tarafından kendilerine yapılacak insanca yaşanabilecek bir ücret ödemesidir. Ancak en yetkili ağızdan yapılan açıklamada üzerine basa basa ifade edilen “üretim devam edecek” sözü insanın içinde bulunduğu korku ve çaresizlik hallerinin yanına bir de baş edilmesi güç bir kaygıyı ekliyor. Ve bu durum kimin payına neyin düştüğünü de çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Bakmayın siz silinen vergi borcunun onda biri kadar bir parayı kampanyalara bağışladığını açıklayan patronlara. Onların sahip olduğu fabrika ve şantiyelerde insanın çaresizliğinin en korkuncu yaşanıyor bu günlerde. Hiçbir tedbir alınmadan ölümle burun buruna çalışan işçilerin alnından süzülen ter, yoksulların yangın yerine dönmüş yaşamlarını çevreleyen koca alevleri söndüremeye yetmezken, patronlar açısından bol kazanca dönüşen işçi yaşamı yasal olarak da sermayeye zimmetleniyor. Bu noktada sürecin başından beri yapılan en doğru değerlendirmelerde de ifade edildiği gibi salgınla mücadelenin aynı zamanda politik bir mücadele, salgına karşı alınan tedbir ve gerçekleştirilen uygulamaların da sınıfsal olduğunu bir kez daha hatırlamak gerekiyor.
Meseleye bu yönleriyle yaklaşınca aklın ve vicdanın tarihinde de kapanması güç derin bir yara açılıyor bir kez daha. Birçoğumuz evlerimize kapanmışken, kapımıza kadar siparişlerimizi getiren, evlerimizin önünden gün boyu geçip giden onlarca, yüzlerce, binlerce kuryenin hikâyesini düşünelim mesela. Tabi konfor alanlarımıza sığdırdığımız alışkanlıklarımızı ve algı biçimlerimizi sarsmaya ve belki de biraz olsun utanabilmeye cesaret edebilirsek. Bozulan rutinlerimizi, yara almış alışkanlıklarımızı, varoluşsal bunalımlarımızı sığdırdığımız evlerimizin önünden ellerindeki paketleri sahiplerine ulaştırmak için hızla geçip giden, yüzlerini hiç görmediğimiz o insanların hikâyelerine kafa yoralım. Tam da bu noktada salgın günlerinde ete kemiğe bürünen evin ve sokağın sınıfsal dizaynı da daha görünür oluyor. Serenatlar yapılıp güzel müzikler çalınan balkonların altından ekmeğin derdiyle geçip giderken, çalınan melodiyi, söylenen şarkıları duymayan, duyamayan o binlerce hikâyenin her biri, yokluk ve yoksulluk denizinin birer damlasından ibaret. O yanı başımızdaki her hikâye, ortalama her yurttaşı birbirini anlamaya, yaşamı yorumlamaya, sorgulamaya ve dayanışmaya davet ediyor. Bugünün ve yarınların sağlıkla, adaletle ve eşitlikle çevrelenmiş zamanlara dönüşümü ancak böylesi bir ruh hali ve kader birliği ile mümkün olacaktır. Bu noktada, yoksulluğun evde durmayı olanaksız kıldığı insanlara “geber” diyebilen adamın cüreti kadar cesarete, iradeye ve dayanışma duygusuna ihtiyacımız var. Tam da hayata geçirilen tüm uygulamalar bu dönemin sınıfsal karakterini apaçık gözler önüne sermişken. Tam da “Türkiye Cumhuriyeti sınıfsız ve zümresiz bir toplumdur” ezberi bir kez daha yerle bir olmuşken. Tam da ölüm bir kez daha yoksulların alnına kader diye yazılmışken.
Şimdi açalım pencerelerimizi baharın ılık rüzgârlarına. İçeriye sokaklardaki emeğin umudu dolsun. Bir şiirin dizelerinin ellerinden tutsun yarının çocukları. En güzel şarkılarımızı el ele, kol kola büyük meydanlarda söyleyeceğimiz sağlıklı günlerin, özgürlük ve eşitlik günlerinin öykülerini serpiştirelim balkonlarımızdan boş sokaklara.