Bu hafta bu başlıkla yazımı yazarken pat diye dün Cumhurbaşkanı, şahlanıyoruz, yükselişe geçiyoruz demeye başladı. Geçmişte de bu sözler defalarca söylendi, hatta kendisi ile ilgisi olmayan iç işleri bakanı Süleyman Soylu bile haziran başında “Temmuz ayında ekonomimiz öyle bir uçacak ki, sıçrayacak ki, etrafımızda Almanya, Fransa, hatta Amerika bile çatlayacak, patlayacak” dedi. Türkiye, Adnan Menderes’in Başbakanlığını yaptığı 1960 darbesine kadar sürecek 23. Hükümet zamanında, 4 Ağustos 1958 tarihinde borçlarını ödeyemez duruma düştü ve moratoryum ilan etti. Yine Mevcut iktidarın Adnan Menderes’ten önceki ve örnek aldığı hayranı II. Abdülhamit döneminde benzer şekilde, Osmanlı Hükümetinin zamanında ana para ve faizleri ödeyemez duruma düşmesi ile Osmanlı Tarihinde ilk defa moratoryum ilan edildi. Bunun sonucunda II. Abdülhamit tarafından 30 Ekim 1875 tarihinde “Ramazan Kararnamesi” ile maliyenin iflas ettiği ve borçların ödenmesi konusunda bir plan açıklanmış ve Nisan 1876 tarihinden sonra kalan tüm borç geri ödemeleri tamamen durdurulmuştur. Tam olmamakla birlikte Ülkenin 70 sente muhtaç olduğu 1977 döneminin Başbakanı Süleyman Demirel hükümetinin yaşadığı borç krizidir. Bu konuları nedenleri ile açıklamakta yarar var… Önce, şu moratoryum nedir bakalım.
Moratoryum, borç alanın, ödeme gücünü kaybetmesi sebebi ile borçlarının tümünü veya bir kısmını ödeyemeyeceğini ilân etmesidir. Genelde borçlu ve alıcı arasında borcun yeniden yapılandırılması ile sonuçlanır. Moratoryum bir ülkenin dış borçlarıyla ilgili olabileceği gibi ülke içinde belirli bir grubun borçları üzerinde de yapılabilir. Devletler içine düştükleri yoğun döviz darboğazı dolayısıyla dış borçlarının ana para ve faizlerini ödeyemeyeceklerini ilan ettiklerinde, borçlularla alacaklılar arasında bir anlaşma yapılarak borçların vadesinin uzatılması işlemi de moratoryum olarak adlandırılır. Uluslararası hukukta ülkeler tarafından bir durumun açıklanması ile ilan edilen kararlara da moratoryum denir.
Diğer bir açıklama ile bütçe; bu, kendinize ait bütçe, aile bütçesi, kurum, kuruluş bütçesi, şirket bütçeleri ve nihayetinde devlet bütçeleri, hepsi aynı mantıkla işler sadece hacimleri farklıdır. Sizin yıllık bütçeniz 60 Bin diyelim, ülkemizin bütçesi 700 milyar dolar gibi… Bu bütçeniz planlı, disiplinli, öncelik ve ihtiyaçlara göre planlaması yapılmadan harcanır ve ilave olarak borçlanılırsa, bir süre sonra elde ettiğiniz gelirle bu borcun ana parası ve faizlerini ödeyemeyecek duruma gelirseniz, temerrüde düşer ve bir süre sonra iflas edersiniz. Mevcut iktidar döneminde sıkça söylenilen “Ekonomimize Dış Güçler Saldırıyor” söylemine karşı, tedbirlerini al “Ayağını Yorganına göre uzat” savurganlık ve yolsuzluk yapma veya yaptırma… Ekonomine saldırtma…
Büyük Atatürk’ün iki sözünü buraya aktarmak istiyorum. 1923 İzmir İktisat Kongresi açılış konuşmasında;
“Siyasi, askeri başarılar ne kadar büyük olursa olsun iktisadi başarılarla taçlandırılmazsa, elde edilen başarılar kalıcı olamaz. Yeni Türkiye’mizin layık olduğu mertebeye ulaştırmak için ne olursa olsun ekonomimize birinci derecede önem vermek mecburiyetindeyiz”
Yine; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 İzmir İktisat kongresinde söylediği “Vasiyetim şudur ki, dış borç almayınız, üretip satınız. Bir ülke ne zaman başka ülkelere yardım ve kredi için avuç açmıyorsa tam bağımsızdır. Ekonomik bağımsızlık yoksa gerçek bağımsızlık olmaz. Biz Osmanlının borcunu ödeyeceğiz, ama asla borç almayacağız. Benden sonraki devlet yöneticileri de almasınlar” sözünü kendisinden sonra gelen yönetimler dinlememiş 1958-1977-1994-2001-2008-2018 gibi borç krizlerini bu güzel ülkemize yaşatmışlardır.
Moratoryumda anlaşma ve erteleme yapılmazsa iflasa gidecek olan bu borç krizleri sadece bizlerde yaşanmadı. Dünya’da son 200 yılda 83 ülke temerrüde düşerek iflasın eşiğine gelmiştir. ABD 5 kez ve en son 1933 yılında, İngiltere 4 kez ve en son 1939 yılında, Almanya 8 kez ve en son 1948 yılında borçlarını ödeyemeyerek temerrüde düşmüş ve iflasın eşiğine gelmiştir. En yakın tarihte Rusya 73 milyar dolarlık borcunu ödemeyerek 17 Ağustos 1998’de iflas etti. Peru 2000’ de 4,9 milyar, Arjantin 2001’de 82 Milyar, Uruguay 2003’te 5,7 milyar, Ekvador 2008’de 3,2 milyar, Jamaika 2010’da 7,9 milyar ve Yunanistan 2012 yılında 42 Milyar dolar borcunu ödemeyerek iflas etti. Yunanistan’da halk bankadaki parasından istediği kadar çekemiyordu ATM en fazla 60 Euro veriyordu. Emekli maaşlarını ödeyemediler ve yasa ile maaşlarının % 30’una kesinti uyguladılar.
Ayrıca, toplamda 10'ar defa iflas bayrağı çeken Venezuela, Peru ve Ekvator, dünyada da en çok temerrüde düşen ülkeler sıralamasında birinciliği paylaşıyor. Bunların ardından her biri 9’ar kez temerrüde düşen Brezilya, Meksika, Uruguay, Şili, Kosta Rika, İspanya ve Rusya ikinci sırada bulunuyor. Üçüncü sırada 8 defa temerrüde düşen Arjantin’i, 7'şer kez iflas eden Kolombiya, Dominik Cumhuriyeti, Guatemala, Paraguay ve Avusturya izliyor. Yunanistan, Türkiye ve Nikaragua da 6 kere temerrüde düşmeleri nedeniyle ilk beşe giren ülkeler arasında yer alıyor.
Osmanlı’nın ilk defa 1875 yılında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk defa 1958 tarihinde borçlarını ödeyemeyecek duruma düşmeleri ve moratoryum ilan etmelerini incelediğimizde bugün ile benzeşen çok ortak noktaları olduğunu gördük. Anlatmaya başlayalım,
Osmanlı İmparatorluğunda Karlofça ile başlayan toprak kaybı, lale devri ve 1839 sonrası Abdülmecid’in 22 yıllık dönemi, Abdülaziz’in 15 yıllık dönemi, V. Murat’ın 93 günlük dönemini saymıyorum, şu anki iktidarın büyük özentisi olan II. Abdülhamit’in 33 yıllık dönemi içerisinde yaşananlar, Osmanlı’nın onur kırıcı bir davranış olarak nitelediği dış borç sarmalına köküne kadar sarıldığı dönemlerdir. Fatih’ten beri düzenli olarak içerden Galata Bankerleri üzerinden borçlanan Osmanlı, ilk defa Abdülmecid döneminde 1854 yılında dış borç almıştır. 1854 yılında iç borç toplamı ise 15 milyon sterline civarındadır. 1854 yılında Kırım Savaşı başlangıcında İngiltere'den 200.000 sterlin alınmıştı. Bu Osmanlı İmparatorluğu'nun bilinen ilk borcudur. 1854-1875 döneminde 15 sözleşme ile dışarıdan borçlanmaya devam edilmiştir. Toplam borç 239 milyon lira olmuştur. II. Abdülhamit döneminde de 30 yıl boyunca borçlanmalar devam etmiştir. 1875 yılına gelince Osmanlı iflas etmiştir. Borçlarını ödeyemeyen Osmanlı, alacaklıların talepleri doğrultusunda II. Abdülhamid döneminde, 15 Ekim 1881 tarihinde “Muharrem Kararnamesi” adı altında mali kararlar açıklamıştır.
Osmanlı Devleti 1854 Kırım Savaşı'ndan sonra da, 20 yıl boyunca çeşitli aralıklarla iç ve dış piyasalardan borçlar alınmış fakat bu kaynaklar uygun ve gerekli yerlerde kullanılmadığından dolayı borçların vadesi gelince ödeme sıkıntısı çekilmiş, zamanla anapara ve faizler ödenemez hale gelmiştir. En nihayetinde 1874-1875 yıllarında bütçe dengesi tamamen bozulmuş, gelirler borç faizlerini bile karşılayamaz olmuştur. 1881 Yılında Duyun-u Umumiye kurulmuş, ekonominin yönetimi yabancılardan oluşan bu kuruma teslim edilmiş, Osmanlı gelirinin üçte birini bu kurum tahsil etmiştir. Akabinde de yabancılar Reji şirketi kurarak tütüne müdahale etmiş bu konuda reji jandarması bile oluşturmuştur. Duyun-u Umumiye, Cumhuriyet döneminde kaldırılana kadar ikinci bir maliye bakanlığı gibi çalışma yapmıştır.
Osmanlı'dan devralınan borçların ödenmesi 100 yıl sonra, 1954 yılında bitirildi. Osmanlı'dan devralınan borçlar 145 milyon Osmanlı altın lirası tutarındaydı. Bu da o dönemin milli gelirinin yaklaşık yüzde 65'i ediyor. Bugünkü koşullarla göre devralınan borç miktarı kabaca 500 milyar dolarlık bir borç yüküne denk gelmektedir. Bugünkü dış borcumuz 450 milyar dolar civarında olduğunu düşünürsek Genç Cumhuriyet ve büyük Atatürk, yaklaşık bugünkü değeri 490 milyar dolar Osmanlı borcunu ödemiştir. Önümüzdeki dönemde de Z ve alfa kuşağı bugünkü iktidarın yarattığı borcu ödemek zorunda kalacaktır.
Osmanlı’da 1854-1909 yılları arası, hatta 1923’e kadar bu padişahlarca alınan borçlar nerelere harcanmış bakalım;
Lüks Tüketim ve israfa Yönelme, Dış borçların sürekli artması, Osmanlı hanedanı mensuplarının iştiham, lüks tüketim tarzından hiçbir taviz vermemeleridir. Bu dönemde çok ciddi paralar harcanarak Dolmabahçe Sarayı yapılmıştır. Dolmabahçe Sarayı ile batıya, “Bakınız, Osmanlı ölmedi dimdik ayakta duruyor” mesajını veriyordu. Örneğin; Şehzadelerden biri için ısmarlanan pırlanta kakmalı bir altın sofra takımı ve ihtişam bakımından örneği görülmemiş olan bir saltanat arabası III.Napolyon’un dikkatini çekmiş ve durum sadrazam Fuat Paşa tarafından Abdülmecit’e iletilmiştir. Bu açıklama bugün sizlere yabancı gelmedi biliyorum, bundan sonraki örneklerde yabancı gelmeyecek…
Sultan Abdülmecid, dışarıdan aldığı borçların bir kısmıyla saray ve köşkler yaptırdı. Dolmabahçe Sarayı (1853), Beykoz Kasrı (1855), Küçüksu Kasrı (1857), Edirne Meriç Köprüsü (1847), Mecidiye Camii (1849), Teşvikiye Camii (1854) Hırka-i Şerif Camii (1851), döneminin başlıca yapıtlarıdır.
Sultan Abdülaziz Güreş, cirit, av ve bilek güreşi sporlarına meraklı olan padişahın tahtta kaldığı sürece en çok üzerinde çalıştığı konu Osmanlı Donanması'nın modernizasyonu idi. Bu nedenle o dönemlerde Avrupa devletlerinden alınan kredilerin çoğu bu konuda harcandı.
1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşası,1881'de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km'yi bularak Abdülhamid'in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir. Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid'in yaptırdığı önemli binalardır. Bugün Bir AKP yandaşına peşkeş çekilen garlar gar işlevi görmemektedir. Yarın şehir hastaneleri, Çanakkale köprüsü, nasıl bir işlev görecek hep birlikte göreceğiz.
Yine II. Abdülhamit döneminde yollar yapıldı. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu, haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat hattı.
1899 yılında, hâlen faaliyette olan Şişli Etfal Hastanesi'ni kurdu. II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Boğaziçi Demiryolu Kampanyası’nın iki Boğaz köprüsü projesi gündeme alındı, Birçok saraylar ve çeşmeler yapıldı. Dünyanın her yanından nadide mermer, porfir, sedef gibi maddeler getirtilerek sarayın yapımı için kullanıldı. Hepsi öz kaynak ile mi? Hayır… alınan borçlar buralarda kullanıldı. Şimdi ise yap-işlet- vatandaşı, Z ve alfa kuşağını yandaşa soydur projeleri ile yapılan benzer projeler…
Yapımına 1863'te başlanan Çırağan Sarayı 1871'de bitirilirken 2,5 milyon altın harcanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu ekonomik anlamda tam bir iflas hâlinde devralan Sultan Abdülaziz devrinde 5.320 kişinin hizmet verdiği, 1843- 1855 yılları arasında yapılan Dolmabahçe Sarayı, yaklaşık 5 milyon altına mal olmuş Dolmabahçe Sarayın yıllık masrafı 2.000.000 sterlini bulmaktaydı. Bu harcamalar bize Beştepe’deki bugünkü kaçak sarayın harcamalarını hatırlatır gibi… ama hangi para ile… dışarıdan alınan borçlar ile…
II. Abdülhamid Yıldız Camii'ni 1885-1886 yılları arasında yaptırmıştır. Gerek kitlesi ve plan şeması gerekse dekorasyonu ile yine borç alınan kaynaklar gerekli yerlerde kullanılmadı. Hatırladık mı? Yüzde biri bile doldurulmayan Çamlıca Cami ve Taksim Cami … Birlikte düşünelim, Çamlıca cami kapasitesi 63 Bin kişi, günde 100 kişinin bile namaz kılmadığı camide, sosyal medyada da tartışılan 15 gün önce Cuma namazına 34 kişi katıldı diye paylaşılan, çekilen fotoğraflarla 190 kişinin katıldığı tespit edilen 63 Bin kişilik cami… ne yani bu israf değil mi, yazık değil mi bu ülkenin kaynaklarına, halkın vatandaşın milyonlarına.
I.Abdülmecit döneminde üç milyon kese altın olan sarayın borcu, Maliye Hazinesi'ne aktarılmış, zor durumda kalan Maliye, aylıkları, ay başı yerine ay ortalarında, sonraları da 3-4 ayda bir ödemek durumunda kalmıştır. 5 milyon altına mal olan Dolmabahçe Sarayı'nda Sultan I.Abdülmecit sadece altı ay yaşayabilmiştir. Tarih elbette yazacaktır, Beştepe, Okluk-Marmaris, Ahlat – Bitlis’te yapılan saraylar ile ilgili şu kadar para harcandı ama Dönemin Cumhurbaşkanı Ahlat Sarayında sadece iki gün kaldı diye yazacaklar… Ne kadar benziyor değil mi? O dönemlere… Daha yazacak çok şey var o ve bu dönemlere ait ama bizim 1958 iflasından da bahsetmemiz lazım.
İkinci dünya savaşında, gelirlerinin büyük bir kısmını olası bir savaşa girme ihtimaline karşı tedbir amaçlı kullanan İnönü döneminde yaşanan sıkıntılarla gelindi 1950 seçimlerine. Bu seçimlerde, Demokrat Parti ekonomide ezilmişliğin rüzgarını da arkasına alarak büyük bir fakla birinci çıktı. Tıpkı 2001 krizi sonrasında olduğu gibi. 1951 yılından itibaren hızla borçlanmalara gidildi, 1950’de 22.3 milyon dolar olan dış ticaret açığı serbestleşmenin etkisiyle daha 1952 yılında 193 milyon dolara çıktı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı yıllarında biriktirdiği altın ve döviz rezervleri vardı. 1953 yılının sonuna gelindiğinde bunların tümü tükenmişti. 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat Parti döneminde uygulanan dış borçlanma politikaları sonucunda sadece birikmiş altın ve döviz rezervleri tükenmemiş, 1958 yılına gelindiğinde dış borçların tutarı 256 milyon doları bulmuştu, bu borç yaklaşık 236 ton altına denk gelmekteydi. (128 Milyar Dolar nerede?) sorusunu araya ekleyelim, nasılda benziyor 1950’li yıllarda tüketilen tonlarca altın rezervimize… Menderes döneminde dış borç % 800 arttı. Uçak fabrikası kapatılarak traktör fabrikasına dönüştürüldü. Dış açık sürekli arttı. Kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden biri iken, yabacıların bırak sen üretme biz sana daha ucuza veririz zihniyetinin getirisi, bizi üreten değil de tüketen toplum haline getirdi. Tıpkı yaşadığımız son 20 yılda olduğu gibi.
Menderes döneminde sadece ekonomi alanında bozulma olmadı. Haksız hukuksuz uygulamalar, işe alımlarda demokrat partililere öncelik ve ayrıcalıklar, yani bugünkü yandaş kavramına eşdeğer uygulamalar ile ihracatta daralma ve ithalatta sürekli artan büyüme ve dış açık ile 1958 yılına gelindiğinde, Türkiye artık dış borçlarının hem anapara hem de faiz ödemelerinde zorluk çekmeye başladı. Moratoryum ilan ederek borç ertelemeye gitmek zorunda kaldı. 4 Ağustos 1958'te, Türkiye ilk kez bir "İstikrar Kararları" paketini yürürlüğe koydu. Kamu harcamaları kısılarak bütçe açıkları daraltılmaya, Merkez Bankası kaynakları sınırlandırılarak para arzı kontrol edilmeye çalışıldı. Paramız yaklaşık % 310 gibi bir oranında devalüe edilerek 2,80 TL olan dolar kuru 9,00 TL’ye çıktı. Bu dönemlerde sabit kur uygulaması vardı. 1950 sonunda 775 milyon Türk lirası olan kamu dış borç yükü 1960 sonunda yaklaşık yüzde 800 oranında artarak 6 milyar 210 milyon Türk lirasına yükseldi.
1950 yılında devletçiliği eleştirerek iktidara gelen "Demokrat Parti tarzı devletçilik" modeline geçti. Tıpkı bugün AKP’nin yaratmış olduğu dünyada benzeri bulunmayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi. 1958’de yaşanan bu kriz 1960 darbesini hazırlayan başlıca nedenlerden biri olarakta görüldüğü ifade edilmektedir.
2008 yılında dünyada yaşanan mortage kredileri ağırlıklı kriz, konut fiyatları ve bankalar ile krediler üzerinde etkili olmuştu. O zaman bu kriz bizi teğet geçti deniliyordu. Gerçekten de öyle idi. Bizi fazla etkilemedi ama 2018-21 Türkiye döviz ve borç krizi, büyük bir ekonomik krizdi. Türk lirasının rekor değer kaybı, gelir adaletsizliği, çok yüksek enflasyon, sürekli artan borç ve karşılık gelen kredi temerrütleriyle karakterize olup krizin genel olarak, Türkiye ekonomisindeki en yüksek cari açık ve yabancı para borcunun, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın artan otoriterliği ve faiz politikasına ilişkin alışılmışın dışında fikirleriyle birleştiğinde durumun ne kadar ciddi olduğu görülmektedir. Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar tartışmasında olduğu gibi Erdoğan’ın Enflasyon-faiz, sebep-sonuç sarmalında söylemlerini sürdürmekte devam ediyor.
24 Haziran 2018 cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine gelmeden, Erdoğan’ın bir daha seçilebilmesi ve iktidarı elde edebilmesi için, 2013 sonrası bozulmaya başlayan ve 2016 sonrası ciddi anlamda hissedilen kriz, merkez bankası uygulamaları ile ihalesiz döviz satarak suni olarak ekonomi iyi gösterilmeye çalışılmış ve seçimler kazanılmıştır. Nasılsa kazandık denilerek piyasa kendi haline bırakılmış ve daha 1,5 ay geçmeden Ağustos 2018’de suni olarak geciktirilen ekonomik kriz patlak vermiştir. Kriz sonrası da yanlışlıklar devam ederek, bizi ekonomik saldırı ve yaptırımlara karşı koruyacak döviz rezervimiz olan 128 milyar doları ihalesiz olarak sıfırlamışlardır. 2013 Yılında milli gelirimiz 960 Milyar dolar iken 2020 yılında TUİK rakamlarına göre 717 Milyar dolara gerilemiştir. Yine Kişi başına düşen gelir ise 12.614 dolardan 8.538 dolara gerilemiştir. Kısaca açıklaması, fakirleştik.
Sonuç olarak; üretmeden tüketmek, dış borç ve yabancı sermayeye dayalı bir sahte refah yaratmak asla sürdürülebilir bir düzen değildir. Bu yöntem geçmişte iki defa denendi her ikisinin de sonu facia oldu sadece ekonomik değil birçok siyasi, sosyal ve insani krizde ortaya çıktı. Tarih bize çok önemli dersler vermiştir bu konularda, tarihten ders almak zorundayız.
Kendilerinin de ifade ettiği gibi, Erdoğan ve iktidarın, Menderes ve Abdülhamit hayranlığı biliniyor, onların izinden yürüyor, onların ekonomik politikalarının benzerlerini uyguluyor ve onların yaptığı aynı hataları yapıyorlar. Aynı ekonomi politikalarını uygulayıp, farklı sonuçlar elde edebileceğini düşünenler tarihten hiç ders almamışlar demektir. Ülkeler iflas edebilir ama biz geçmişte 2 defa iflas ettik, borçlarımızı ödeyemedik. Görünen odur ki derste almamışız. Şimdi, 31 Mart 2021 itibarı ile dış borcumuz 448 milyar dolar ve kısa vadeli, yani bir yıldan az süre içerisinde ödeyeceğimiz borç tutarı 190 milyar dolara ulaşmıştır. Ülkemizde TL’ye güven yoktur, çünkü bankalarda mevduatın % 54’ü yabancı para cinsinden, dışarıdan yatırım ve para gelmiyor, Katar, Çin… vs, gelen 3-5 milyarlık swaplarla neler yapılabilir bilmiyoruz. Yapılanları da bilmiyoruz. Çünkü, gerek hükümetçe gerek ise TUİK ve devletin diğer resmi kurumlarından yapılan açıklamalar makyajlanmış, isteğe göre veriler düzenlenmiş ve vatandaşın bilgisine sunulmuştur. Bu verilerin sunulmasında iktidarın yararı yönünde algı yönetimi yapılarak her şey çok iyi gösterilmeye çalışılmıştır. Özellikle açıklanamayacak veya açıklanmakta zorlanılacak, yaratılan algıyı bozacak bilgi ve verilerde “Ticari Sır” kavramı çerçevesinde hiç açıklanmamaktadır. Bunları biz vatandaşlar olarak öğrenemiyoruz, bizle kalmıyor halkın vekilleri de öğrenemiyor, bu bilgilere ulaşamıyor. Defalarca şahit olmuşsunuzdur, yaşanan tüm olumsuzluklar mecliste araştırılsın denildiğinde hemen AKP ve MHP’nin oyları ile reddediliyor. Şu sorunun cevabı, yazımızın başlığının cevabı olacaktır. Bir yıl içinde biz bu 190 milyar dolarlık borcumuzu vadelerinde ödeyebilir miyiz?