İnsanın hata yapması ve hatalarından öğrenmesine üzerine sayısız öykü, anekdot, anı dinlemişizdir. Doğrudur belki de ve insan ancak hatalarından öğrenebilir ve hata yapma konusunda bir “özgürlük” alanına sahip olmalıdır.

Karantina sürecinin başlangıcından bu yana, en az hatalarımızdan öğrendiğimiz “lobisi” kadar yoğun “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” örgütlenmesi kendini göstermeye başladı. Olumlu veya olumsuz bir keskin değişimciler gezinmekte ortalıkta ve değişimin kaçınılmazlığından dem vurmaktalar, olur mu olur, bir bakarsın hiçbir şey eskisi gibi olmaz, her ne demekse.

Eskisi gibi olmamak, tarihsel döngünün keskin bir şekilde dönüşü, hayatın yeni kavramlarla, yani bir anlayışla yeniden yoğrulması, bilindiklerin evrimi, bilinmedikler ile ilk temas.

Eskisi gibi olmamak, yenisi gibi olmak; yenisi henüz bilinmiyor, o halde herhangi bir şey olmamak; insanın en güzel hali.

Hiçbir şey değilsiniz mesela; öğretmen, doktor, avukat, hakim, maden işçisi, hekim, apartman görevlisi değilsiniz ve olmamışsınız henüz veya ebediyen.

Hiçbir şey değilsiniz mesela; buyurgan bir ses tonunuz yok ve bu ses tonunu tanımıyorsunuz bile, ne işte ay sonunda alacağı bir maaş için sabretmek zorunda olana, ne evde arkanı toplama zorunluluğu aslında hiç de olmayana, ne apartmanda, ne sokakta, ne de bir çiçeğe kızgın değilsin henüz veya ebediyen.

Hiçbir şey değilsiniz mesela; toplumsal kastlardan herhangi birine henüz veya ebediyen mensup değilsiniz, zengin, fakir, açgözlü, cimri, savruk veya en önemlisi “tüketici” değilsiniz henüz, üretici olmamanın bir önemi yok, tüketmeme, nedensiz tüketmemenin bencilliğinde değilsiniz misalen.

Hiçbir şey değilsiniz mesela; ne kimseden vergi alır ne kimseye vergi verirsiniz henüz veya tüm geri kalan hayatınızda;  ne mükellef ne vergi dairesi.

Eviniz yok mesela ve bir ev sahibi olmak konusunda da bir fikriniz yok. Eğer olsaydı bir evin sizden pahalı olduğunu öğrenmek nasıl bir duygu olurdu acaba?

Ne dinlemek ne uymak zorunda olan.

Ne emreden ne kendini emretmek zorunda hisseden.

Ne vatansız ne vatan ne vatandaş ne …

Hiçbir şey.

Bu hiçbir şeyliğin içinde, insan kendine dünyayı tanımlamak için daha önceden sorduğu soruları mı soracaktır yeniden ve yüzyıllardır yinelenen?

O zaman, her ömür yoksulluğunun farkına varamayacak kadar mutlu zamanları anılarına alabilecek kadar şanslı olsun.

Eski distopya öldü, yaşasın yeni distopya!

İnsanlık yeni sorular sorup, aynı sonuçlara mı varacaktır? O zaman aptallığımızı kolumuzun altına alıp gitmemizin zamanı gelmiştir veya dezenfektanla vücudumuzun içini bir güzel temizlemenin.

Yaşasın cehalet ve ne kadar kaldı kendimizi tümden imha etmeye?

Yeni sorular ve yeni olmayan ama eskiyecek kadar da yaşanmamış yanıtlar?

Eşit ve özgür, eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşam, kendi kendine yetebilme, kendini icazet almadan aşabilme, aşarken diğerleri ile dünya ile birlikte yaşadığını hatırlayabilme, gülebilme, çocukların mutlu olduğunu görebilme, umut, ekmek, hepimize yetecek kadar ekmek…

Bunların yanıtlarını ezberledik, kafamızın bir tarafından gitmek istediğimiz deniz kenarındaki sakin kasaba gibi duruyor da, o köye gitmek bir şey istiyor.

İkilem şurada yatıyor; ortalamaları belirleyebilir çokluklardan olmak yetmiş yıl kadar veya yere yığılmış insandan hiçbir şey olabilmek; olmak ya da olmamak!

Yani o kadar yazarsın ama üç cümlede anlatmıştır biri;

Yaşayanlar bir gün ölür elbette

Ağaçlarla, balıklarla

Kuşlarla ben amenna

Ağlayanlar bir gün güler elbette

Uyanmakla, anlamakla

Bilmekle ben amenna

Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette

Direnmekle, kurtulmakla

Barışla ben amenna[1]

 

[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil, Amenna adlı şiirinden.