Yarım asırlık bekleyiş sona erdi. Nihayet Atatürk filmini seyrettim. Sinema salonunda, kocaman beyaz perdede.
Salonda bulunanlar bunun benim için tarihi bir an olduğunu elbette tahmin edemezlerdi.
Zaten her zaman biraz böyle olur: Herkes salona kendisini getirir ve kendi filmini seyreder.
Antonio Banderas skandalından sonra hiç yapılamayacak diye düşünmüştüm. Çünkü o zaman çok heveslenmiştik. Filmin yapımcısı Tarquin Olivier ve Robert Kolejli eşi Zelfa ile tanışmış, uzun uzun konuşmuştuk. Her şey hazırdı, Türkiye her türlü yardımı vadetmişti, baş rolü popüler aktör Banderas oynayacaktı. Damga vuran bir film olacaktı.
Ama Amerika’daki Rum ve Ermeni nefret lobileri devreye girdi, bir linç kampanyasına giriştiler, Banderas’ın eşini ve çocuklarını bile tehdit ettiler. Zorro Banderas kılıcını bırakıp projeden çekildi, finansal iskele çöktü ve film yapılamadı.
Umutlanmıştım
Kaç kere feryat ettim: Bu nasıl bir uluslararası iletişim düzenidir? Bir ülkenin ulusal kurtuluş kahramanının öyküsünü başkalarına anlatmasına izin yok mu? İlle biz onların ulusal kahramanlarının yüceleştirmelerini mi seyretmek zorundayız?
Biz hiç söz almayacak mıyız?
İletişim pazarlarında egemen olan Amerika’nın ve Batı’nın, insanlığın büyük bir bölümünü bu şekilde dilsizleştirmesi tam bir kepazelik değil midir?
Zamanla, biraz da internet ve dijital platformlar sayesinde, duvarlar yıkılmaya başladı. Örneğin, bizim Netflix’te Istanbul’un fethi hikayesini anlatmamıza fazla ses çıkaramadılar. Hatta bol bol seyrettiler.
Bu platformlardan birinin Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında bir Atatürk dizisi çekeceğini duyduğumda umutlanmıştım. Sonra işler karıştı, o platform, kim bilir hangi nedenden, diziyi uluslararası düzeyde göstermekten vazgeçti ve çekilen malzemeyle iki sinema filmi yapılacağını duyuldu.
Benim seyrettiğim onlardan birincisi. 1915 yılına kadar geliyor.
Atatürk'ten kim nefret eder?
Filmle ilgili görüşlerime geçmeden bir parantez:
Atatürk filminin yapılmayışına sevinenler arasında Türkiye’deki anti-Türk-İslamcı lobi de vardı. Onların Atatürk nefreti herkesi aşıyordu. O grubun liderlerinden kırmızı fesli meczup, Yunanlılar kaybetti Türkler kazandı diye üzüldüğünü söylememiş miydi?
Bir insan, çökmüş bir imparatorluktan kendi varoluşunu da mümkün kılan bir devlet çıkaran ulusal kahramanından nasıl nefret eder? Psikiyatristler bu türden patolojik birikimi hangi delilik kategorisine koyarlar?
Bir çeşit “Ödipal” baba nefreti midir? Yoksa daha fazlası mıdır?
Hiç unutmam: 1990’ların başında, Muttalibov döneminde, gazeteci olarak Bakü’ye gitmiştim. Pasaport memurları hala Rus’tu. Bir elçilik memuru, o sıralar polisten gizlenmekte olan Türkçü lider Ebulfez Elçibey’le bir randevu ayarlamıştı. O görüşmeden sonra bizi minibüsüne alıp kente getiren bir Halk Cephesi mensubu çekinerek bana sormuştu:
“Haluk Bey, Türkiye’de Atatürk ‘ü sevmeyenler de varmış, doğru mu?”
Gülmüştüm:
“Ohoo, envai çeşidi var!” demiştim.
Anlamamıştı. Anlayamazdı. 200 yılı aşkın bir süredir Rus işgali altında kalmış olan Azerbaycan, ulusal bağımsızlık mücadelesi vermekteydi. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinden hiçbiri bağımsız değildi. Türk dünyasında bağımsız olan tek devlet vardı: Atatürk’ün 50 yıl önce kurduğu Türkiye!
Ve birileri ondan nefret ediyordu!
Film nasıl olmuş?
Filme gelince, belli ki yapanların ellerindeki olanaklar genişmiş. Arkadaşlar özenle çalışmışlar. Gerçekten etkileyici kısımlar var.
Bunların başında Çanakkale savaşı sahneleri geliyor. Sabaha karşı çekilmiş görüntüler “Bu kadar olur!” dedirtiyor!
Sofya’daki baloda yeniçeri kıyafetli Mustafa Kemal’in dans ettiği sahneye bayıldım. Anna Karenina filmlerinden birinde Anna ile Vronski’nın ilk dansından beri böyle görkemli bir dans sahnesi görmemiştim.
Abartmalı mı? Evet abartmalı. Ama güzelliğe olan zaafımdan dolayı bir seyirci olarak affederim. Sırf o sahne yüzünden filmi yeniden görmek isterim.
Filmin, yıllardır özellikle TRT aracılığı ile beynimizi yıkamak için kullanılan “kahraman” Sultan Abdülhamid imgesi tuzağına düşmemiş olması benim için sürpriz oldu. Düşünün, film onun sansürcü rejimine karşı Jön Türklerin bir hürriyet mücadelesi verdiğini kabul ediyor, döneminde çok toprak kaybedildiğini dile getiriyor, Abdülhamid’in verdiği sözleri tutmayan, fırsatçı bir despot olduğunu saklamıyor.
Hürriyet mücahidi
Mustafa Kemal’in gençliğinde parlak kurmay subay olmanın yanı sıra, yılmayan bir hürriyet mücahidi ve bedel ödeyen bir militan olduğunu ortaya koyuyor. Birileri nedense onun Yunanlıları yenmesinden hoşlanmadıkları gibi, demokratik haklar, basın ve ifade özgürlüğü için mücadele etmiş olmasından da hoşlanmıyorlar!
Oysa günümüz için belki de en “güncel” en “çağdaş” o genç Atatürk!
Filmin bütününe gelince: Yazık olmuş! Yapımcıların ve çekim ekibinin emekleri layık olduğu yeri bulmamış.
Kopuk fotoğraflar
Şundan: Biz Atatürk filmini daha çok ulusal kahramanımızın hikayesini yabancılar da görsün diye istiyorduk. Oysa bu filmi seyreden bir yabancının hikayenin akışını izleyebilmesi, gerekli bağlantıları yapabilmesi mümkün değil.
Büyük bir albümden kopmuş fotoğraflar havada uçuşuyor. Bazıları güzel ama yetmiyor.
Hikayeyi önceden bilmeyen seyirci bir şey anlamıyor: Şam, Libya, İstanbul, Sofya, Selanik – neden, niçin, nasıl?
Seyircinin yardıma ihtiyacı var.
Başarılı “dokü-drama”ların iskeleti bu türden yardımlardır. Uzmanlar, tarihçiler, gazete kupürleri, fotoğraflar araya girip rehberlik yaparlar, bilgi verirler ve bir bağlam oluşmasına yardım ederler. Gerektiğinde ekrandan yazılar, akıtılır. Boşluk bırakılmaz.
Tek film bütündür, dizi ise süreklilik.
Korkmaya gerek yok; bu bilgi yardımları iyi hazırlanırsa hikayenin akışını kesmez, hatta onun hızla ilerlemesine de yardımcı olabilir. Bir uzman yorumuyla otuz yıl geri ya da ileri gidersiniz!
Yani, “dokü-drama” olarak planladığınız ve çektiğiniz malzemeden film yapmak zordur. Türler birbiriyle çarpışır.
Ve bu çarpışmadan “hakikat kıvılcımı” değil, kafa karışıklığı çıkar.