Tüyap’ın düzenlediği İzmir Kitap Fuarı’nı bilenler bilir, başkadır İzmir’in fuarı… İçi dolmayan bir İzmirlilikten değil de Kültürpark’ın güzel atmosferinde, bir haftalık fuarın çoğunu orada defalarca fuarı ziyaret ederek, göğe uzanmış palmiyelerin altında soluklanıp sohbetler ederek geçiririz. Okur için de yazar için de sektör profesyoneli için de farklıdır İzmir fuarı… Her fuar arkadaşlık, dostluk demektir, yeni insanlar demektir, İstanbul ve kitaplarla buluşmak demektir, biraz şenlenmektir, biraz özenmektir, misafirperverliktir, tadı damağında bir sonrakini beklemektir… Beklemekti… İki senedir pandemi sebebiyle kitap fuarları bir hayal…
Hal böyle olunca sanal ortamlar imdadımıza yetişiyor. Nitekim bu sene 28-29-30 Mayıs tarihlerinde internet üzerinden canlı yayınlarla İzmir Sanal Kitap Günleri düzenlenmiş. Bu etkinlikten takip ettiğim İstanbul merkezli bir yayınevinin yazarları için hazırladığı ilanlar üzerinden haberdar oldum. Tabii ki büyükşehir belediyesi üzerinden de duyuru yapılmış, ancak benim karşılaşmam ancak belediye hesaplarına girip kontrol etmem sonucunda oldu. Bu açıdan duyurunun ve basın iletişiminin daha iyi yapılmasını tercih ederdim ama bu yazıda asıl tartışmak ve anlamak istediğim bu değil.
Duyurularda yazarların kitaplarını “İzmirli okurları” için imzalayacağı söyleniyordu. Karşı kapı komşumuz ile Amerika’nın eşit uzaklıkta olduğu sanal bir ortamda aklıma ilk gelen “İzmirli okuru nasıl ayıracaklar acaba?” oldu. En nihayetinde bu sanal etkinliğin yerelliği mekânından, okurunun yaşadığı yerden kaynaklanamazdı. O zaman “yerel” ne demekti?
Programın detaylarına bakmaya başladım. İzmir Sanal Kitap Günleri’nin ağırlığı İstanbul yönündeydi. İstanbullu yazarlar ve akademisyenler çoğunluktaydı gördüğüm kadarıyla… O zaman İzmir bu işin neresindeydi?
Bu etkinlikte İzmir ve İstanbul Büyükşehir Belediyeleri birlikte çalışmışlar ve yaptıkları dayanışma ve ortak hareket gerçekten takdire değer. Kültürün başkenti olan İstanbul ile İzmir’i buluşturmak fikri benim de bu alanda çalışmaya başladığım zamandan beri en çok önemsediğim konulardan bir tanesi. İstanbul’dan beslenip İzmir’in yaratıcılığa imkân tanıyan ortamından vazgeçmemeye çalışıyorum hayatımda…
Ama…
İzmir’le İstanbul’u hatta dünyayı buluştururken nasıl bir pencereden bakıyoruz acaba?
“Başka türlüsü nasıl mümkün olabilir?” diye düşünüyor muyuz mesela?
Yoksa sadece ezberlenmiş tekrarları mı çoğaltıyoruz ortamı fizikselden sanala çevirdiğimizde?
Bu sanal günler kapsamındaki konuşmaların birinde İzmir’in ikincil bir hali olduğundan bahsediliyordu. Kültür şehrinin İstanbul olduğu gerçeğini yadsıyamayacağımızdan… Kendimizi taşralı olarak küçümsemememiz gerektiğinden… İstanbul haricindekiler arasındaki büyüklüğümüzden… İzmir’in İstanbul’u beslediğinden…
Durum tespiti olması açısından bir yere kadar katılıyorum bu söylenenlere… İzmir kendi değerleri olan bir kent, ama kendini bilinçaltında kenarda kalmaya ikna etmiş. Bu sebeple halinden memnun, kendi kişisel kalitesinden emin ama kaliteyi dışarıda arıyor. El ele vermek, köprü kurmak, değerlerinden beslenip meyvelerini vermek, üretmek, takas etmek yerine kendi bahçesinde ekip dikiyor; arada bahçesinde yetişmeyen enfes ürünler yediği için böbürleniyor; bahçesine öyle her tohumu sokmuyor; ama başka yerde denenmiş tohuma da hayır demiyor…
Dünya değişiyor. Üstelik eskisinden daha da hızlı. Bunun sonucu olarak iletişim değişiyor. Her şey yeniden tanımlanıyor, şekil değiştiriyor. Kuşaklar arası farkları yakalamak eskisinden daha zor. Yaşı yakın olanlar bile kendilerinden sonra gelenleri anlamakta zorlanıyorlar. Bilgi her yerde; bu sebeple çok ve kirli. Yaşadığımız yerin neresi olduğu bir açıdan artık hiçbir önem taşımıyor, başka bir açıdan artık çok daha önemli. Pandemi bu değişimi daha da hızlandırdı ve keskin hatlarla belirledi. Bu açıdan baktığımızda artık yerel diye bir şey yok. Peki tam da bu aşamada her şeyin daha da yerel olması gerekiyor mu aslında?
İzmir’in en çok kendi rahatını bozmadığı, kendi konfor alanından çıkmadığı, bu kadar açık görüşlüyken bir o kadar kapalı olduğu için kaybettiğini düşünüyorum. Neyi kaybediyor İzmir? Hareket alanı bulamayıp nefes almak için kaçanları… Üretecek yer arayıp bulamayanları… Değerini anlatmak için kendisinden ispat beklenmiş olanları… Aradığı dinamizmi bulamayanları… Eski söylemlerden yorulup yeni bir soluk arayanları… Çiçek açmak isteyip açamayanları…
Her şeyi konuşmaya başlamışken biraz da buradan bakıp konuşmaya var mısınız? Kendi içsel yargı ve otoritelerimiz gibi şehirlerin de bellekleri, içsel yargı ve otoriteleri var. Onlara bakmaya cesaret etsek, baksak ve görsek, dinlesek, geleneği korurken yeniye alan açmayı da bilsek; İzmirliliği üretmek için kullansak; acaba nasıl olur? Başka türlüsü nasıl mümkün olur?