Türkiye’de son zamanlarda meydana gelen ve teşvik edilen ekolojik yıkım insanları bunaltır hale geldi. Yeşil ve mavi olan her ne varsa düşman işgaline uğramışçasına işgal ve tahrip ediliyor. Türkiye sanki “son ağaca kadar, son yeşile kadar yok edeceğiz diyen” bir zihniyet tarafından yönetiliyor.
Ormanlar yanıyor, yakılıyor, bilinçli olarak söndürülmüyor. Yerlerine otel, rezidans adı altında garip beton bloklar, binalar dikiliyor ve bu binalar ‘Türkiye kalkınıyor’ başlığı altında halka satılmaya çalışılıyor.
Ekolojik yıkım öyle boyutlara vardı ki, içecek suyumuz bile kalmadı. 20 sene önce musluklardan su içen Türk halkı, içebileceği suyu sadece pet şişelerde bulabiliyor.
Artık Türkiye nüfusunun yüzde 80’e yakın bölümü büyük şehirler etrafındaki beton gettolarda, yani köy büyükşehirlerinde yaşamaktadırlar. Bu bölgelerde yoğunlaşan köy kentler hiçbir yeşil alanı olamayan, dikey, beton bloklara hapis edilmişlerdir. Nefes bile alacak ekolojik yeşil alanları yoktur. Bu durum esasında, günümüzde ve ileride pimi çekilmiş bir el bombası gibi sosyolojik patlamalara neden olmaktadır. Kadın ve çocuk cinayetleri, tecavüzler, tarikat sapıklıkları bu patlamanın tipik örnekleridir.
Yeşili yok etmeye yemin etmiş zihniyet milyarlarca para harcayarak hilkat garibesi
‘Millet bahçeleri!’ üretmektedir. Yapay olarak üretilen yeşil alanlar hiçbir zaman doğanın milyonlarca senede yarattığı doğal endemik ortamın yerini tutamaz.
Denizlerimiz, derelerimiz, koylarımız, ormanlarımız kısacası insan hayatı sürdürmek için gerekli olan tüm tabiat varlıklarımız neredeyse devlet eliyle yok edilmektedir. Maalesef ekolojik konuda bilinçli bir toplum değiliz. Yapılan tahribatlara karşı duran, bir avuç çevreci, aydın ve entellektüel insanlar var ancak güçleri bu tahribatları önlemek için yetersiz kalıyor.
İşin enteresan tarafı halkın geneli bu tahribatları önlemekte kendini görevli saymıyor. Kendi meselesi olarak kabul etmiyor ve kendi yaşam alanının yok edildiğini farkında bile değil.
Diğer taraftan aynı halk yeşil sağlıklı alanlar görmek istiyor. Ormanların, denizlerin, doğanın tahrip edilmemesini istiyor.
Bu istek eylemsiz olduğu için havada kalıyor. Zira Türkiye halkı ancak doğrudan kendisini ilgilendirirse yani kendi akarsuyu üzerinde bir hidroelektrik santral yapılırsa azınlık bir grup halinde protestolara katılıyor. Bazıları ise köyümüz ilçemiz gelişecek diye bu tür tahribatları destekliyor.
Eylemsiz ve tepkisiz halk çevreyi kurtarma görevinin sadece çevrecilere ait olduğuna inanıyorlar. Çevreciler, bu iş için özel olarak atanmış memurlar gibi algılanıyor. Herhangi bir yerde bir tahribat oluştuğunda aynı eylemsiz halk “çevreciler nerede” diye feryat ediyor.
Halkımız Anayasanın 46. Maddesi gereğince çevreyi, bilhassa kendi yaşadığı çevreyi koruma ve anında müdahale etme anayasal hakkına sahip. Maalesef halkımız bu anayasal hakkını bilmiyor, bilsede kullanmıyor. Çoğu sol görüşlü olan çevreciler gelsin bizi kurtarsın istiyorlar. Ama hiçbir zaman hareketi tümüyle kendi insiyatiflerine almıyorlar. Tahribata neden olan devlet büyüklerine ağlaşarak, rica ortamı yaratmaktan başka metot akıllarına gelmiyor.
Çevreyi ve doğal hayatı korumayı kendisine ilke edinmiş partiler Almanya’da Yeşiller Partisi gibi en yüksek oy oranına ulaşıp ülke yönetimine ve kaderini ellerine alıyorlar.
Türkiye’de de bu bilinç artık değişecek. Vatan, millet, Sakarya edebiyatından başka hiçbir şey bilmeyen; halka sadece hamaset edebiyatı pompalayan partiler ekolojik dünyanın değişmesi ile kendi yapılarını da değiştirmek zorunda kalacaklar.
Aynı Avrupa’daki gibi doğal yaşamı, çevre konulmasını desteklemeyen, çevre konusunu parti programlarının 1. Maddesi haline getirmeyen partiler Türkiye halkından oy alamayacaklar.
Bu süreç biraz zaman alacak belki, ama sonuçta gerçekleşecek.