‘Kara bulutlar geldiğinde yoluna devam et.
Büyük şeyleri kontrol edemediğini hissettiğinde…
Burnunun dibindeki sevdiğin şeylere odaklan.”(*)
Bak mesela, usul usul konuşuyor diye burnunun dibine kayıt cihazı tuttuğun o güzel insana bak; onca acıyı gülümseyerek, bazen kahkahayla anlatışını hatırla, asla umutsuzluğa, yılgınlığa düşmeyişini… Nasıl hayranlıkla dinlediğini, yüzünün nasıl ışıl ışıl olduğunu da unutma o fotoğrafta. Sevgili Fikret İlkiz’in ‘bizimle de röportaj yaptın ama bana hiç böyle bakmadın’ takılmalarına gülümse yine… Sadece Fikret’in mi? Uzun akademik yaşamı boyunca binlerce hukukçu yetiştiren Türkiye’deki ceza hukukçularının en kıdemlisi hocasına veda yazısını ve öğrencilerinden biri olarak ona verdiği sözü de unutma…
Yaptığı işe olan inancıyla dört mevsimi yaşayan o aydınlık yüzü; zeki/derin bakan gözlerinde beliriveren muzip çocuk pırıltıları ile o İstanbul beyefendisi tavrını, nezaketi bir an bile elinden bırakmadan gösterdiği tevazuyu da… Ne kadar acı olsa da tatlı tatlı anlattığı anılarını da unutma, elin kalem tuttuğu sürece unutturma.
*
“Siz bir röportajda, ‘biz adalete inanmazsak, adalet kendine güvenmezse, bu ülke yaşanmaz hale gelir’ diyorsunuz.”(**)
ALACAKAPTAN: Ne kadar haklı olduğumu görüyorsunuz değil mi şimdi?
“Tutuklamalar gözaltılar yaşamışsınız, bir sürü müvekkil, adliye koridorları, yüzlerce anı… O günden bugüne bazı şeylerin değişmiş, düzelmiş olmasını umuyordunuz herhalde. Bu sizde nasıl bir duygu uyandırıyor? Umutsuzluk mesela?
ALACAKAPTAN: Yok, umutsuzlukla yaşanmaz. Hele ki toplumun bir kesiminde belli bir görevi üstlenmiş olan insanlar, hele hukukçular asla umutsuzluğa kapılmamalı. Aslında bizim üstümüze düşen görevlerin en önemlisi, belki adaletin gerçekleşmesine hizmet etmek, onun ihtiyaç duyduğu kurumların hayata geçmesinde her türlü katkıyı yapmaktır ama bizim aynı zamanda, umutsuzluğu körüklemememizdir. Her hukukçu böyle yapmadı tabii. Ben zaten hukukçu lafını kullanırken çok dikkatli olmaya çalışıyorum; hukuk fakültesi mezunu olan herkes hukukçu değildir, onlar hukukun kuyruğuna takılmış fazlalıklardır. Hukuk fakültesi mezunu olmakla insan hukukçu olmaz. (Kalbini göstererek) İçinizde hissetmeniz lazım adaleti… Adalet Bakanı olmakla da hukukçu olunmaz. Öyle laflarını duyuyorsunuz ki ağzından… (üzgün bir ifadeyle) mümkün değil… Ve bir de hukukçu cesur olacak. Gerçeği söylemek gerektiğinde, doğruyu göstermek zorunluluğu ortaya çıktığında bunu söyleyeceksiniz. Ben karışmayayım demeyeceksiniz. Ama sırf ortaya çıkayım diye de çıkmayacaksınız.
Hukukçu olmak, hukukun belli bir zümre için değil, herkes için olduğunu bilmeyi içinize sindirmektir.
“Bugün İzmir’de bulunuşunuzun nedeni, 17. ölüm yıldönümünde anacağımız Uğur Mumcu. Biraz geriye dönelim. Siz Uğur Mumcu ile aynı koğuşta yattınız.”
ALACAKAPTAN: Altlı üstlü. Ben üst ranzada, o altta. Biz evvela hücrede beraberdik. O hücre, 3. Türk Halk Kurtuluş Ordusu sanıklarıyla, iki tane askerken sivil suç işleyen neferin bulunduğu hücreydi. Bize söylenen, o hücrenin Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının asılmadan önce kaldıkları yerdi. Felaket bir yerdi, onu da söyleyeyim.
“Üçüncü mahkûmiyet dönemi, yıl kaç?”
ALACAKAPTAN: 1972’nin son günleri. Mamak’ta. Uğur’la indik aşağıya. Biz orada alıp götürmelerini beklerken, Doğu Perinçek geldi. Zaten tutuklu, bir başka sorgu için getirilmiş. Benim de öğrencimdi. Uğur’la aynı kürsüde. Liseden arkadaşı Doğu. (Araları pek iyi değildi)
Bu bizi gördü hemen ‘hocam hayrola, ne yapıyorsunuz burada’ dedi. ‘Otobüs bekliyorum’ dedim. ‘Ne otobüsü’ dedi. ‘Bizi alıp götürecekler, mahkûm olduk’ dedim. ‘Yok ya’ dedi. Evet dedim. ‘Anayasayı ihlal etmişiz. Yalnız, Çin kontenjanı dolu olduğu için bizi Rus sınırına sürdüler. Beni Artvin’e, Uğur’u da Kars sınırına’ dedim. Çok bozuldu buna. (kahkahalar)
Biz girdik, bir hücreye attılar bizi. Kapısında terzihane yazıyor ama bütün yatakları kan içinde. Sinirim bozuldu, orada onbaşı mı ne biri vardı, ‘tuvalete gitmek istiyorum’ dedim. Orada lazımlık var dedi. Lazımlığa dokunmak değil, bakamazsınız. Biraz uzanayım diye battaniyeyi bir açtım, orada bir kedi doğurmuş, onun artıkları…
Hapishane hayatına alışmak çok güç. Ama insan her şeye alışıyor. En dayanıklı canlı insan.
Eğlenceli günler oldu, tatsız günler oldu. Uğur benim evvela öğrencimdi, sonra ben onun bir takım savunmalarını yaptım. Durmadan suç işlerdi çünkü! (kahkahalar)
“Çok yaramaz öğrencileriniz olmuş sizin de!”
ALACAKAPTAN: Evet. Uğur’la altlı üstlü ranzada kalıyoruz. Uğur yattı mı uyur. Benim de tepemde ışık yanıyor, ışıkta uyuyamam. Uğur gece affedersiniz, tuvalete çıkar, gelir ve yine uyur. Kalkar sabah ihtiyacını görür, eğer kahvaltı gelmişse, yer ve yine yatar. ‘Gazeteler geldi’ dendi mi kalkar yine. Yine yatar. ‘Ya sen hep yatıyorsun ve uyuyorsun’ dedim. ‘Hocam, infazdan düşüyorum’ dedi. (kahkahalar)
“Çok fırlamaymış, değil mi?”
ALACAKAPTAN: Çook. Dünya şekeri de biriydi. Çok iyi bir insandı. Çok severdim, o da beni çok severdi.
Uçak kaçırıldığında Altan Öymen’i içeri atmışlardı ya. Uğur demiş ki, ‘mutlaka kaçırmıştır, uykuyu çok sever!’ (kahkahalar) Altan öbür koğuşta yatarken, kağıttan uçak yapıp o koğuşa atarmış Uğur.
“Bahriye Üçok, Uğur Mumcu… Çok ölüm gördünüz. Geriye baktığınızda ölümün acıtmayanı olmaz ama, en sık aklınıza gelen isim hangisi?”
ALACAKAPTAN: Bir kere Mümtaz’ın eşi Sevgi Soysal’a çok acımışımdır. Sevgi müstesna bir insandı. Çok esprili bir kızdı. Bunu tutukladılar. Merkez Komutanlığı’nda bir yerde. Ben de avukatıyım, ziyaretine gittim. Kucaklaşmaya kalktık. Oradaki kadın polis, ‘temas yasak’ dedi. Sevgi, ‘Ulan sen ne anlarsın temastan’ dedi kadına. (kahkahalar)
Şimdi Uğur anlatıyor. O ilk gözaltına alındığımızda biz ilk gece başka bir yerde yattık. Bülent’le. Onlar öbür taraftalar. Üç karyola, beş kişi yatıyorlar. En başta Mümtaz (Soysal), ondan sonra Bahri, ondan sonra bir hoca daha, ondan sonra Uğur. Hoca horluyor. Mümtaz demiş ki, ‘Uğur, hocayı bir dürt de horlamayı kessin.’ Uğur hemen ‘sen dekansın, sen dürt’ demiş. (kahkahalar) Çünkü bunlar Mülkiye hocaları ve o zaman da Mümtaz dekan. “
***
Sadece o güzel gülüşünü, zeki, pırıltılı bakışlarını, umudunu, adalet savaşçılığını, kahkahalarla anlattığı/dinlediğim anılarını değil, 12 yıl önce Gaziemir Belediyesi’nin düzenlediği “Uğur Mumcu’yu An(la)mak” panelindeki gözyaşlarını da unutmam elbet… Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü nasıl öğrendiğini anlatışını:
“Uğur öldüğünde küçük bir operasyon geçirmiştim. Eve geldik, televizyonu açtığımda Uğur’un fotoğrafını gördüm ama haber bitmişti. Bir şeyler olduğunu anladım. Evini aradım meşguldü, ortak tanıdığımız gazetecileri aradım, onlar da meşguldü. Son olarak Uğur’un İzmir’deki baldızını aradım, acı haberi ondan alıp yıkıldım. En son 1. ölüm yıldönümünde anma toplantısına katıldım. Orada tansiyonum çok yükseldi. Ondan beri hiçbir anma toplantısına katılmıyorum. Çünkü bunu yapanları affedemiyorum…”
24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun 29. ölüm yıldönümünde kaleme aldığı, 22 Ocak 2022’de kaybettiğimiz Prof. Dr. Uğur Alacakaptan için öğrencisi/meslektaşı/yoldaşı Fikret İlkiz’in söylediği gibi…(***)
“Uğurlar olsun, aydınlıklar içinde kalsın. Uğur Alacakaptan’ı sonsuzluğa uğurladık.
Görev ve sorumluluklarımıza O’nun "ben affetmiyorum" cümlesini teslim ediyorum.
Bu cümle aklınızda kalsın, hepinizin çok yaşamasını, iyi yaşamasını istiyorum.”
***
(*)kimilerine göre Küçük Prens’in yerine aday gösterilen ‘Çocuk, Köstebek, Tilki ve At‘ kitabından. Charlie Mackesy/Mundi Kitap