Takvim günlerinden sıradan bir gün, tarih yapraklarında bir dönüm noktası. Kırk yıl geçmiş üzerinden, tam kırk yıl. Ama hala Eylül hüznü, Eylül romantizmin, sarı yaprakların, tatilden dönüş burukluğunun yaşanmasına engel bir Eylül günü. Takvimdeki 12 Eylül, darbeci 12 Eylül’den hakkını istiyor.
Erdal Eren’in, Metris’in Diyarbakır’ın, idamın, işkencenin, hukuksuzluğun gölgesinde bir takvim yaprağının normal hüzünler yaşatması beklenemez elbette; hesaplaşılmamış bir çocukluk travması olarak toplumsal belleğin bir yerinde açığa çıkartılıp bekleyen bir ikinci benlik, giderek büyüyen, olgunlaşan, kastlaşan bir kişilik olarak duruyor, belki de asıl kimliğin yerine çoktan geçmiş bile.
Böylesi durumlardan ne özgürlükler çıkarsamış insanoğlu gelecek için.
Ama kırk yıldan elimizde kalan tek özgürlük sadece 12 Eylül’den nefret etme ve bu nefreti ifade etme özgürlüğü; yönetenlerin insafında bir özgürlük, başka özgürlükler pahasına bir özgürlük.
Oysa, 80’lerin başında bile toplumsal muhalefet vardı; mizah dergileri kaldığı kadarı ile kapaklarında bir darbenin ve hatta darbecilerin eleştirisini yapabiliyordu.
Yargılananlar, idama, her türlü işkenceye, baskıya, mahkeme salonlarında seslerinin kesilmesine rağmen, düşündüklerini ve inandıklarını, yargılayanların suratlarına haykırabiliyorlardı.
80’lerin ortalarında, bastırıldığı, yok edildiği iddia edilen muhalefet yeniden örgütlenmeye başlıyor, 90’larda öğrenciler, gençlik, sendikal yapılar yasal zemin olmamasına karşın örgütlenme süreçlerini inşa ediyorlardı. Tiyatrolar, toplumsal muhalefet yapabiliyordu, perdeleri kapatmamaya çalışarak sıkıyönetim koşullarında festival yapmaya çalışıyorlardı. Müzik, yeniden üretiliyordu ve muhalifti. Avukatlar, çarpık sistemin içinden hukuk devşirmeye çalışıyordu. 80 darbesinin yok ettiğini, yıldırdığını sandığı toplumsal muhalafet şu ya da bu şekilde kendini var etmenin yollarını arıyordu.
Darbe koşulları altında yeniden kendini farketmeye çalışan toplum, aslında darbenin tüm etkileri ile varlığını devam ettirdiğini göremiyor, gördüğünde ise gözlerini kapayıp gölgenin gitmesini bekliyordu.
Kendince haklı olabilirdi; toplumun bir kısmı belleğini biraz olsun geride bırakıp hayatına devam edebilmek istiyordu. Ancak açığa çıkartılmamış, hesaplaşılmamış bu travmanın toplumun geleceğine yön verme gücü ihmal ediliyordu, failler kendilerince normal bir yaşamın sefasını sürerken, heveslerini aldıkları iktidar gücünü, başkalarına pişkince devrederken, özgürlük bir toplumun belleğinden sinsice çıkıyor, erke ve güce gerek kalmayan bir şekilde, toplum kendi sınırlarını çizdiği bir alanda hapsoluyordu, toplumsal norm hukukun önüne geçmeye çoktan başlamıştı.
***
12 Eylül, 1980’den bu yana hep varlığını korudu. Anayasası ile varoldu, topluma saldığı korku ile varoldu, otoritenin sarsılmaz gücü olduğuna dair insanları kandırması ile var oldu, mahalle baskısı ile var oldu, kişisel ve toplumsal özgürlüğe kaba güç ile verdiği yanıtla var oldu.
Kırk yıldır zaman zaman ülkede yaşanan görece özgürlük zamanlarında bile kılıcını toplumun üzerinde sallayarak var oldu. 12 Eylül yönetme erkine sahip olanların esin kaynağıydı, gizli veya açık bir esin kaynağı. Toplumun genlerine işlemiş bir korkunun ilham hortlağı olarak aramızda hala geziniyor.
Belleklerinde hesaplaşmasını yapmış olanlar dışındaki herkese görünüyor bu hortlak. Yoksa, 12 Eylül’ü yaşamış bir toplumun idam nidalarına bu kadar az bir gürültü yapması mümkün olur muydu? İşkenceye, yönetmen erkinin gücünün umarsızca kullanmasına? Talana, çevre katliamına? Tacize, tecavüze? Çıkar örgütlenmelerine? Susmaya, konuşmamaya, haykırmamaya? Çocuklarının geleceğinin ipotek altına alınmasına? Olmazdı herhalde.
12 Eylül bir takvim yaprağı olarak darbeci 12 Eylül’den hakkını alana dek olmaz en azından.