“Senin başkan ne mühendisi Bekir?”

Muzaffer İzgü’ydü soruyu yönelten.

Aynı tondan verdiğim, “Mühendis falan değil abi bizim başkan!” karşılığına da Muzaffer abi şaşırıp kalmıştı.

1994’te, görev gereği düşürmüştüm yolu, adıyla bulmacalara da sızmış (İzmir’in adı en uzun) ilçesine, Seferihisar’a. Dönemin belediye başkanı sevgili Etem Çalış’ın basın halkla ilişkiler çalışmalarına bakacaktım.

Göreve başlar başlamaz kendimi, Seferihisar ekibinin başında, Çeşme’de bulmuştum. Daha işime ısınamadan, sokağını caddesini doyasıya dolaşamadan ver elini Çeşme. Yarımada Oyunları başlamıştı, dönemin kaymakamı da Etem Başkana beni söyleyince... Dutlaraltı’nda sabah çayı, ikindiüstü sade kahve eşliğinde çalışmalar, Sığacık yolu boyunca satsuma/ mandalina bahçeleri, balıkçı barınağı, kale içi, TEOS, Akarca, Küçük-Büyük Akkum, Şevki Soyer’in fotoğrafhanesi, şair Muzaffer Kale’yle dertleşmeler, Mehmet Sarsmaz’ın şiir-edebiyat dergisi “Dördüncü Yeni”si, şair Fergun Özelli’nin dizeleri, yontucu Gökhan Yerlikaya’nın sımsıcak sohbetleri, içten yardımları ve desteği... hepsi Yarımada Oyunlarının bitiş düdüğünü bekleyecekti.

O yıllarda Konak’tan kalkan belediye otobüsüyle Seferihisar’a ulaşmak kolaydı da yollar yol değildi daha. Çoğu yer köstebek yurdu, yer yer stabilize... Üstelik daha Balçova Kahveler’de sıkışıp kalırdı trafik. Sonrası başka dert. Toz içinde kalırdı otobüs Seferihisar’a varıncaya dek. Onca zorluğa karşın iş’e gitmek değildi benimki, “ev”den “ev”e varmaktı. Evvelinden tanıdıklarım, yeni tanışlar, esnaf; bambaşka bir ortam kılmıştı benim için bu şirin ilçeyi.

İlkin Gökhan Yerlikaya’ya bir parantez açmalıyım:

1995 sonyazında öğretmenliğe dönüp Cumaovası’na atanınca -altı ay sürecek- sabah Seferihisar, öğleyin Cumaovası günlerim başlamıştı. O sıkışık, benim için vaktin aslan ağzına saklandığı günlerde hep yanı başımdaydı sevgili Gökhan. Gazeteci Barış Selçuk Parkında bugün de yerinde bulabileceğiniz heykelinin ve öteki çalışmalarının yapımını geciktirme pahasına tutardı bir işin ucundan.

Seferihisar işlerine bir nokta koyuşumun üzerinden pek de geçmemişti. Bir akşam telefonum çaldı. Gökhan’dı. Bir gazete çıkarmışlardı ilçede. Benim öyküme de yer vermişlerdi.

“Öyküm?”

Şaşırmıştım! Seferihisar günlerim miydi acaba anlattıkları?

Ben unutmuştum ama o aklının sağlam yerine yazmıştı. Hani şu serçenin hikâyesi:

Ormanda yangın çıkar. Herkes kaçıp canını kurtarmanın derdindeyken yangına doğru kanat çırpan serçeyi fark ederler.

“Nereye?”

“Yangını söndürmeye!” der serçe.

“Nasıl?”

“Su taşıyorum gagamda!”

“İlahi serçe, senin taşıdığın suyla koca yangın söner mi hiç!”

Serçe kararlıdır:

“Elimden geleni yapıyorum ya!” der.

Benim değildi, anonim bir öyküydü bu. Ama unutmamıştı Gökhan. Ve bir diyeceği daha vardı. Gazeteye yazmalıydım. Olur, dedim. Yazdım da... Sonra ya ben vardım ya o yolu İzmir’e düşürdü. Yazımın yayımlandığı gazeteyi bir zarfla tutuşturdu elime. O günün şartlarında iyi paraydı, üç dört kitap alınabiliyordu. Harcayamadım o parayı çünkü yazıdan aldığım ilk telif ücretiydi.

Sonra Gürcan’la, CHP Gençlik (şimdiki Belediye Başkan İsmail Yetişkin de aralarında) ve Kadın Kollarından dostlarla kol kola yürüttüğümüz çalışmalar.

Çalışma arkadaşımdı Gürcan Yetişkin. Yıllar sonra sosyal medya aracılığıyla bulunca beni, “Beni hatırlamanı umut ediyorum...” diyen arkadaşım. Oysa ne Gürcan’ı unutmuştum ne de “hikâye”sini... Hadi, onu da okuyun:

Bir ikindiüstü kurulmuş sofra. Annesi fark etmiş ki evde ekmek yok. Babası seslenmiş, “Hadi oğlum, ekmek al gel de yemeğimizi yiyelim.” Fırlamış yeniyetmeliğin sonuna doğru koşan Gürcan. Sokaktaki arkadaşları çalmışlar “kapı”sını: “Marmaris’e gidiyoruz, gelsene sen de!” “Olur”u basıp uçmuş onlarla... Dört gün sonra, saç sakal karışık, gece yarısı çalmış evin kapısını. Babası uyanmış, açmış kapıyı, seslenmiş içeriye/ “kim o merakındaki annesine: “Hanım, kapıda oğlumuz olduğunu iddia eden biri var!”

***

“Gel!” dedi Çalış Başkan bir gün. Mandalina bahçelerinden başlayıp dört bir yanını dolaştık Seferihisar’ın. İşte o Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında çağrılı dostlardan Muzaffer abiye anlattım Başkan’ın bana anlattıklarını, kendi gözlemlerimi de katarak.

Yeraltı sularının çekilmesi mandalina üreticisini umarsız bırakınca Başkan, yerüstü sularıyla yeraltı suyunu beslemiş, su düzeyi yükselince üreticinin yüzü gülmüştü. Altıyla üstüyle toprağı tanımaktı, bilmekti; ağacın, börtü böceğin dilinden anmaktı bu. Ve kim becerebilirdi? Ancak bir mühendis! Haksız sayılmazdı Muzaffer İzgü. İlkokul mezunuydu, terziydi Etem Çalış ne ki yaşam mühendisiydi.

Ne bunca kalabalıktı o yıllarda kent ne bunca yapıya boğuluydu ne de... Bugün olanların çoğu yoktu.

Satsuma üretiminde Türkiye’de (Türkiye üretiminin yüzde 85’i, dünya üretiminin yarısı) tekti. Kıyının burnunun dibine sokulan balık çiftlikleri yoktu. Daha yeşildi. Daha sakindi...

Belki de o sakinlikti dönemin belediye başkanı Tunç Soyer’i harekete geçiren.

Dünyanın “sakin şehirler” ağının ülkemizden ilk üyesi olarak paraya, açgözlülüğe, hırsa, bencilliğe uzun yılar direndi. Bu tavra yerli tohumu önceleme kararlılığını, üreticinin dayanışması ve örgütlülüğünü, karakılçığı, direnme kültürünü ekledi.

***

Uzak, ayrı, yalnız bir köydü o yıllarda Ulamış! Necati Özsu’nun köyüydü; öyle bilinirdi İzmir’de, sanat çevrelerinde. Necati abi şairdi, ressamdı, Rüştü Onur’un deyişiyle “kendi halinde yaşardı şapkasının altında!” Seferihisar’daki etkinliklerinde unutulmayışı ne çok sevindirirdi onu; şen olurdu çocuklar gibi.

Bugün Ulamış köyü (evet, bilerek “köy” diyorum!); üretici pazarı, karakılçık ekmeği, örgütlü üreticisiyle kocaman bir gülümseme sunuyorsa konuklarına sevgili Necati Özsu’dan ve onun kuşağından emanet bir gülümsemedir bu.

***

Yıllar sonra ılık bir kasım gününde, Başkan Tunç Soyer döneminde, Mandalina Şenliği için çaldım kapısını bu eski “dost”un. Dikili’den İzmir’e çok sayıda şenlik yürüyüşü (kortej) görmüştüm ne ki böylesine kalabalığına (bin kişiden çoktuk), coşkulusuna tanık olmamıştım. Neredeyse bir buçuk kilometrelik parkuru büyük coşkuyla ve çoğalarak tamamlayanlar arasındaydık eşimle. Bu yıl yine görsek o şenliği hevesimiz depreşti ama kente bile giremedik kalabalıktan.

Sonra hep koşarak vardığım, hüzünle ayrıldığım (ayrılamadığım) Sığacık! Sığacık’ta rakı-balık, kale içinde yaratılan çekim merkezi; yaz boyunca birbirini kovalayan konserler, dinletiler, tiyatro oyunları... Teos Kültür Sanat Derneği, Teos Yazar Evi, Yazar Evinin bahçesinde, yolu düşenleri selamlayan/ esenleyen, günümüzün üretken ve başarılı yontucusu, ressamı Cahit Koççoban’ın emeği Homeros... Şair, yazar arkadaşım Ayhan Altay. Kırk yılı aşkındır Seferihisarlı, Konya türkülerinin unutulmaz yorumcusu Rıza Konyalı...

Değil mi ki Seferihisar yavaş kenttir ne satsumanın acelesi vardır (her şey zamanında) ne de şimdilerde Bahçeköy’ü mesken tutan Cahit Koççoban’ın. Siz de yavaşça varın Ulamış’a, Seferihisar’a; ağırdan dönün. Evet, evet; hele ki pazarsa tercihiniz, giderken (ya da dönerken), bir kahve içimi Ulamış’a uğramayı unutmayın ki aklınız orada kalsın.