2003 yılı sonbaharı… Üzerine onlarca anlam yükleyeceğim, sıkı dostlukları, yoldaşlığı, korkmayı, cesareti, hüznü, sevinci ve daha birçok şeyin samimiyetle harmanlanmış halini tadacağım kentle ikinci kez buluşmamın ama ilk kez tanışmış olmamın mevsimidir. Tesadüf bu ya o sonbahar gününün ilk ışıklarında kent Ankara Garında karşılamıştı tüm acemiliğimi, heyecanımı ve bir başınalığımı. Yıllar sonra kente dair kendimce o büyük hikâyemin bittiği yerde yani. Kimselerin pek kanının kaynamadığı, ilk fırsatta kaçış hesapları yaptığı, gri dediği, şair Ankara’nın İstanbul’a dönüşlerini seviyor diye herkesin bir yerlere gitmelere tutkun olduğu ama bizim gibilerin de en sarsılmaz umutlarını büyüttüğü kentten bahsediyorum. Ben demiyorum kendileri dedi “her bir yanı parsel parsel gözden çıkarılsa da” tüm sokaklarını kendimizin saydığımız o öfkeli, o soğuk, o gergin ama bir tarafı da o sıcak, o fedakâr, o candan insanlarla kol kola girmiş, sol yanı yiğit şehir…
Ankara koca koca binalardır derler ya öyle kıyısından geçip gidenler, aslında Ankara gecekondu mahalleleridir en yoksulundan. Sonra gridir derler ama o gecekondu mahallelerindeki kavak ağaçlarının yeşilidir aslında Ankara. “Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar” dese de sıcakta yazılmış bir şiir; yoksulun üzerine yağdığından olsa gerek kar kir olur, çamur olur aslında, soğuğun kestiği ten olur. Birileri Ankara’yı sadece görür ama Ankara’yı aslında yoksullar yaşar. Bir de Ankara’da yalnız onlar ölür.
2015 yılı sonbaharı… Ekim’in 9 u… otobüsler kalkar memleketin her tarafından, kentler dolusu barışı Ankara’ya taşımak için. Çanakkale’den, Diyarbakır’dan, Edirne’den, Trabzon’dan, insanın olduğu her yerden. İzmir’de Mesut Abi hasta kızını bir gün sonra yan yana olacaklarına ikna edip çıkar yola, Adana’da Şebnem, Antep’te Ali Deniz… Sonra Aydın’dan Elif gelir, başka bir yerlerden Dicle gelir, Dilan gelir. Veysel vardır daha ilkokul üçüncü sınıfta, pazartesi günü döneceği okulunun sıralarında o rengârenk barış gününü belki de arkadaşlarına anlatacak. Babasının elinden tutup düşer yola. Veysel’in boyundan büyük iştir barış, öyle de olmalıdır. O yaşta çocuklar savaş nedir bilmez çünkü. Korkmaz yakınlarda bir yerlerdedir ama muhakkak 10 Ekim’de Ankara’dadır. Birçoğu birbirlerini hiç tanımayan ama isimleri sonsuza dek yan yana anılacak olan, barış diyen, yola düşen, umut eden insanlardır Ekim’in 10’unda memleketin orta yerinde ciğerlerini patlatırcasına barışı haykıracak olan. Hala bilmem, kaç canımızı aldılar, gri değil o kapkara kentin orta yerinde. 100 ü geçtiğinde bıraktım saymayı. Yüz insan binlerce dostluk demek, on binlerce hikâye demek, milyonlarca can ağrısı demek bunu bilirim. O binlerce dostlukta emek, on binlerce hikâyede barış ve milyonlarca can ağrısında öfke ve umut vardır. Yani yüz insan koca bir yaşam demektir. O yüz insanın hayattan koparılması ne demek peki? Hemen söyleyelim. O yüz insanın artık olmayışı mesela herhangi bir organize sanayi bölgesinde işçilerin yoldaşlarını kaybetmesi demek, kadınların sesinin kısılması demek, ormanların yağmalanmasına, derelerin satılmasına karşı çıkacak sesin kesilmesi demek, mesela sokak hayvanlarının bir kap sudan mahrum kalması demek, dünyayı, yaşamı ve insanı ve doğayı “ama” demeden savunabilecek gücün kırılması demek.
Şimdi bir yıl olmuş Eskişehir’de herhangi bir fabrika önünde görülmeyeli Korkmaz. Şebnem’in yüzündeki o sımsıcak gülümsemeyi görmeyeli tam bir yıl. Alsancak’ta bir eylemde Berna’ya rastlamayalı hayli zaman olmuş. Veysel’in karne gününün üzerinden bu yana aylar geçmiş. Okuldaki sırasına oturmayalı ise tam bir yıl. Sırası hala boş, gözleri hala güleç. Elinde Evrensel gazetesi ile Mesut Abi görünmüyor bir yıldır. Ve diğerleri… O kadar çok ki yitirdiğimiz can, memleketin her tarafında bir şeyleri eksiltti o koca karanlık bir yıldır.
Ve geride kalanlar… Gitmek mi zor kalmak mı bilinmez ama kötü olan malumdur. Suskunluk kötüdür, görmemezlik, duymamazlık fena… Can ağrısı diner belki bir yerlerde, nefessizlik baki. Umut koskoca bir yaşamdır, unutana hatırlatmak gerek. Tam da bu yüzden verilen söz her an yanı başında olmalı insanın unutulmasın, alışılmasın diye. Yazı değil, şiir değil, ağıtlar, türküler değildir verilen o söz. Öyle zannedilmesin, böyle bilinsin. Böyle bilinsin o söz yerde kalan bayrakları kaldırmaktır, her şeye rağmen barış diyebilmektir. Ve muzaffer bir günün şafağında, yitirdiğimiz tüm canlara ödeyeceğimiz borcu düşlemektir. Geri durmak, yılmak, vazgeçmek değildir söz vermiş insana yakışır olan.
Yine toparlanacağız, yeniden buluşacağız ve bir gün yine Ankara’da olacağız Veysel’in yüzünde yarım kalan gülüşü dünyanın tüm çocuklarına paylaştırmak için.