Yabancı'yı okudum. Meursault karakteri ile Cohen Biraderler'in "Orada Olmayan Adam" filmindeki Ed karakteri arasındaki benzerlik korkunçtu. Bizde olsa çalıntı derler. Coen'lerin esinlendiği açık ama iyi iş çıkarmışlar. Karakterler benzese de, konu tamamen farklı. Oysa filmde de kitapta da asıl konu karakterler zaten. Asıl konu mu?
İnsanların anlaşamadıkları da çoğu zaman bu değil mi? Öyle ki, bir süre sonra konuda unutulur ve sadece anlaşamamaya başlarlar. Anlaşamamak da hoşumuza gidiyor bazen. Bir süre sonra ortalama bir doğru veya yalan söyleniyor. Susuluyor, unutuluyor... İlişkileri neden belli bir mesafede yürütemiyoruz dersiniz? O zaman ilişki mi olmuyor acaba? Nietzsche'nin aforizmalarından birindeydi, "iki kişi arasındaki iki adımlık mesafe, biri bir adım attığında diğeri geç kalırsa, bir uçuruma dönüşür.” Aslında hepimiz aynı bütünün küçük ve önemsiz parçaları iken, bunca telaş boşuna mı? Ortalama bir ilişki düzeyi, doğru ve yanlışlar bütünü içinde sessizce bir yaşamı tercih etmek asıl konunun içinde yer almak için yeterli mi?
Genelde yürümeyi severim. Yürürken, etrafımda gördüğüm herkes birbirine benziyor. Fakat durup konuştuğunuzda, aslında insanların, kendisiyle ve diğer insanlarla aralarındaki mesafe şaşırtıcı. Mesafeler tanımlıyoruz sürekli. Kurulan her mesafe bir sonraki için referans oluyor. İnsanları tanımak, tecrübe, güven gibi kavramlarla tanımladığımız bütün bu ilişki ağı aslında kendimizi tanımlamak için değil mi?
Bugün de, uzun uzun yürüdüm. Böylece insanlarla aramdaki mesafeyi test etme şansım oldu. Yolda yürürken, koltuk altlarında yara varmış gibi ya da uçmayı deneyen bir hindi gibi yanımdan hızla geçen adamla çarpıştık. "Önüne baksana kardeşim" dedim. O da aynısını benden beklediğini söyledi ama bu kadar kibar değildi. Tartışırken, kavga ederken bile birbirimize "Kardeşim" diyoruz. Güzel insanlarız aslında. Sonra kavga etmek istemeyen ama altta kalmak da istemeyen iki insanın arasında ne olursa o oldu. Saçma sapan bir itişme. Zaman ve enerji kaybı... İkili görüşmeler, müzakereler… derken, anlaşamayarak ama anlaşmış gibi yaparak ayrıldık. Asıl konu mu? Asıl konu karakterler zaten.
Neyse ki eve vardım. İnsan bir yere varınca, diğer bütün yerler anlamsızlaşıyor. Immanuel Kant şöyle demiş; “Algılanmayan şeyler, nesnelliğini kaybeder.” Unutmak, gerçek bir olguyu nesnellikten uzaklaştırırken, hatırlamak gerçekte olmayan herhangi bir şeyi büsbütün nesnelleştirebiliyor. Her iki durum da, kısa süreliğine de olsa, keyifli... Genel olarak ve sonuç olarak, anlaşamamak gibi ortalama bir gerçekliğimiz olsa da, anlaşılır olma/olabilme hatırlanma ve hatırlama kaygısı taşıyoruz aslında.
"İmge tek vazgeçilmez öğe olduğuna göre, gerçek kişileri düpedüz ortadan kaldırmaya yönelik bir sadeleştirme, kusursuzluğa doğru atılmış kesin bir adım olurdu" demiş Proust. Böylece, şiir felsefeyi geride bırakır.
Yokluk hissini, hiçlik olgusu ile yeniden kurgulamak gibi. Asıl konu mu? Asıl konu karakterler zaten…