24 Temmuz Basın Bayramı nedeniyle hafta boyunca basın özgürlüğünün önemi üzerine pek çok yazılar, bildiriler okuyacaksınız. Baktım, bu yıl devleti temsil eden Valilikler konuya özel bir önem vermişler, 1908 yılında sansürün kaldırılışını kutluyor, sansürsüz basını göklere çıkarıyorlar.

Pek güzel. Gerçekten özgür basın demokrasinin ışığıdır. Ya da Washington Post Gazetesi’nin sloganında dediği gibi, “demokrasi karanlıkta ölür!”

Ancak, bizim Valilik bildirilerinde çoğu kez söylenmeyen şu: Bu hikayede kötü adam devlettir. 116 yıl önce 24 Temmuz’da gazetelere sokulmayanlar devletin sansür memurlarıydı. Elektrik düğmelerini çevirip insanları karanlıkta bırakan da odur.

En azından Dijital Tufan’a kadar öyleydi. Devletin yönetim biçimi, daha çok, yönetimin basına karşı takındığı tutuma göre belirleniyordu. Bir ülkenin diktatörlük olup olmadığının en başta gelen göstergelerinden birisi basının durumu ve hapishanelerde bulunan gazetecilerin sayısıydı. Çünkü basın ve ifade özgürlüğü konusunda baş aktör devletin kendisiydi; yasaları yapıp uygulayan, sansürü koyup kaldıran oydu.

Basın özgürlüğü için mücadele etmek demek devlete karşı mücadele etmek anlamına geliyordu.

Yalnızca bizde değil, tüm dünyada öyleydi. Eski paradigma, öyle gerektiriyordu.

Eski paradigma

Dijital Tufan adlı yeni kitabımda da savunduğum üzere eski paradigma internetten bu yana sular altında kaldı. Basın ve ifade özgürlüğü yeni paradigmada da sorunlu, ama baş aktör artık devlet değil. Başta ABD, dünyanın pek çok yerinde olanları, sansürü, cehaleti artık eski paradigma ile açıklayamazsınız.

Paradigmalar, merkez bir fikir etrafında konuşlanmış düşünceler ve varsayımlardan oluşur. Eğer merkez fikir çökerse paradigma da çöker. Batlamyus’un evren paradigmasının merkezinde dünya vardı, sonra Kopernik merkeze güneşi koydu ve dünya kenara alındı. Bu her şeye bakışın değişmesi anlamına geliyordu.

Basın özgürlüğü savını kabul ettiren Aydınlanma paradigmasının merkezinde insan aklı bulunuyordu. Yanlış ile doğruyu birbirinden ayırabilen aklın bilgiye ihtiyacı vardı; basın da bu çerçevede korunması gerekli kurumlar arasında yer alıyordu. Sansür bu yüzden kötüydü. Oysa bugün etrafımıza bakıp insanın rasyonel bir varlık olduğu merkez fikrini sorguluyoruz.

Son yıllarda Çin’den Peru’ya, Washington’dan İstanbul’a bakıyoruz ki işler hiç rasyonel gitmiyor.

İnsanın rasyonel olduğu varsayımı zaten 20. Yüzyılda ağır yaralar almıştı. Şimdi resmen yıkılıyor.

Hakikat sonrası

O yüzden “hakikat sonrası” çağda olduğumuz söylenmekte. Bilgi bol ama sanki ha doğru ha yanlış fark etmiyor. Doğruyu söylemekle yükümlü kurumlar tufanın sellerinde sürüklenmekte. İletişimin yerini anti-iletişim almış. Yalan, palavra, dezenformasyon gırla. Artık sansüre bile gerek yok, çünkü yalanla doğru eşit görünüyor ve kimsenin doğrusunu bulması mümkün görünmüyor!

Aydınlanma çağı filozofları düşünce ve ifade özgürlüğünü hakikati arama aracı olarak savundular ve en güçlü sansürcü kurum olarak devlete yüklendiler. Ya günümüzde, insanların bile isteye eğlenceli yalanı sıkıcı doğruya tercih ettikleri bu çok gürültü dünyada biz kime yüklenmeliyiz?

Evet, Türkiye’nin sansür sicili hiç parlak değildir. Ancak konu tek tek devletleri çoktan aşmış, evrensel bir durum olmuş. Yeni bir sistem oluşmuş, çarklar yalan dolanla dönüyor.

Tarihin sonu

Dijital Tufan adlı kısa kitabımda da belirtiyorum. İnsanlığa neredeyse bin yıldır yön ve biçim veren Aydınlanma’nın çökmesi, yeni bir Tarihin Sonu tezini gündeme getirebilir.

O yüzden, İzmir’de yaptığım konuşmada da dedim ki, 24 Temmuz Basın Bayramı artık biraz demodedir. Paradigma değişmiştir. Artık sansür emirleri dışarıdan, devletten gelmiyor. Artık asıl sansürcü, Neoliberal Kapitalizmin ulus-üstü efendileri ve onun gönüllü köleleridir.

Yani biziz!