Diye başlamak isterdim, kutlu anne haftasındaki sosyal medya paylaşımlarıma. Çünkü öyle olması gerekmedi, diyerek devam ederdim. Sonra anlatırdım uzun uzun…
Kız çocuğu olarak dünyaya geldiğinde özellikle babası tarafından tarifsiz bir sevinçle karşılanmış. Erkek kardeşinden daha az değerli olduğu duygusuna hiç kapılmamış. Kardeşi kimseye bir şeyini göstermemiş, o da hanım hanımcık olmamış. İsterse etek isterse şort giymiş. Babası bulaşık yıkar, annesi gazete okuma, ajansları dinleme saatini hiç kaçırmaz, güncel politikayı yakından takip edermiş. Eşiyle ya da ona her ne diyorsa, okudukları kitapları tartışmaktan çok keyif alırmış. (Kitap sevgimiz anneden çocuğa geçer bizde) Babasının annesine ‘Sen ne anlarsın be kadın! Elinin hamuruyla erkek işine karışma, otur dizini izle!’ dediğini hiç duymamış. Ayrıca annesi dizi de izlermiş belgesel de…
Evlerindeki işler, herkesin sorumluluğundaymış; herkes yaşına ve yeteneğine göre elini sıcak suya da soğuk suya da sokarmış. Süpürgeyi baba yapar, annenin saçına gerek kalmazmış. Herkesin her yaptığı takdirle karşılanır, emeği görünmez kılınmazmış.
Erkek kardeşinin bebeğiyle izinsiz oynadığı için çıkan tartışmada annesi onları dövmez, ‘Sizi doğuracağıma taş doğuraydım!’ diyerek suçluluk kuyusunun dibine itmez, sorunlarını şiddetsiz, konuşarak halletmelerini öğretirmiş. ‘Sütümü helal etmem ha!’ diye tehdit edip, yapmak istemedikleri hiçbir şeye zorlamazmış onları.
Annem, annesinin acılarla yoğrulduğu için değil, kendini gerçekleştirebildiği, kendini sevdiği, kendine güvendiği için güçlü olduğunu söylerdi. Annem de severdi kendini, kadınlığını. Kendini sevdiği için bizi de çok sevdi. Eleştirdi ama incitmedi. Örselemedi. Hissettiklerimizden, düşündüklerimizden, sözlerimizden değil bunları yasaklanmasından, yok sayılmasından utanç duymayı öğretti bize. Bedenimiz bizimdi. ‘Hayır, hayır demektir! nokta.’ Kendisiyle gurur duyardı, bizimle de. ‘Vatana, millete, ailenize hayırlı evlat olun!’ demedi. ‘İnsanlıktan çıkmayın. Yeter’ diye tembihledi sadece. Bizi ‘hayat sigortası’ olarak görmedi. ‘Bugün ben bakıyorum, yaşlılığımda da siz bakarsınız artık!’ pazarlığını hiç yapmadı. İhtiyacımız olduğunda yanımızdaydı. Biz de onun…
‘Doktor olun, avukat, mühendis olun!’ demedi. Biz nereye baktıysak yüzünü o yana döndü. Destekledi. ‘Evlen artık, yaşıtların çoluk çocuğa karıştı’ diyerekten çeyizler düzmedi. Kahve pişirmeyi dünürcülere yapayım diye değil, ‘sohbetin yanında iyi gidiyor’ diye öğreten annem değil babamdı. İstediğim üniversitede okuyup, istediğim şehirde yaşayıp, istediğim kadın/ erkekle birlikte olmama hiç itiraz etmedi. Fiziksel mesafe sorun değildi. Arkama baktığımda, annem de babam da ordaydı. Saygı korkudan, zorunluluktan değil, içten gelirdi. Sevgi zaten koşulsuzdu, emek pazarlığa tabi değildi.
Annem ahlaktan namusu, namustan kadın cinselliğini anlamazdı. Vicdan bilirdi. Hak bilirdi. Emek bilirdi. Eşitlikten vazgeçmez, adil olmayı önemserdi. Her acıyı en derinden hisseder, ‘Gözyaşının coğrafyası yoktur’ derdi.
Anneler gününü hiç sevmez, “364 gün kadınların canına okuyun el birliği ile sonra da ‘canım annem güzel annem’ riyakârlığı’’ derdi. Mutfak robotlarından nefret eder ama vinç operatörü olamadığına üzülürdü. Yemek yapmayı sever, kahvaltı hazırlamazdı. Her gün birimizin hazırladığı kahvaltı masasının başköşesine oturmaktan keyif alırdı. Hasta olduğumuzda babamla nöbetleşe başımızda beklerlerdi. İhtiyacımız olduğunda ‘ana kucağı, baba ocağı’ ayrımı olmadığını bilir, kendimizi güvende hissederdik.
‘Sayfalar dolusu anlatabilirim, ‘annemin neden cefakar, vefakar, fedakar olmadığını…’ diye sonuna gelmek isterdim yazının. Şöyle cümlelerle de havalı bir final yapardım;
Bırakın ‘garip anam, çilekeş anam!’ edebiyatını. Acı çekmek matah bir şey değil. Ezilmeyi, yok sayılmayı, şiddet görmeyi, katledilmeyi, sömürülmeyi ortadan kaldırmak gerekir! Ev işlerinden kurtulursa kadın özgürleşir! ‘Görünmeyen emek sesini yükselt!’ diye de slogan atardım.