Bir önceki akşam bir türlü denkleştiremediğim bozuk para nedeniyle elindeki mendilden satın alamadığımı anlayarak yüzünde içten bir gülümseme ile göz kırpıp yanımdan geçip giden o Suriyeli çocuğu düşünüyordum bugün. O an önümde açık olan internet sayfasında 20 Haziranın Dünya Mülteciler Günü olduğunu öğrendim. Ve bu yazının serüveni o an başladı.
Şimdiye kadar olup bitenlere kayıtsız kaldığımdan ya da canımın yanmadığından değil ama belki de ilk kez onlara temas ediyor olmamla alakalı olarak Suriyeli çocuklara ayırdığım bir düşünce deryasının içindeyim bir süredir. Belki de bunun sebebi o kendini her şeyin doğru olanının yanında durduğunu zanneden muhtemelen laik olmakla, yurtsever olmakla falan övünen ama bu övündüğü şeylerin dahi tarifini yapamayacağından ve o değerlere layık olamayacağından emin olduğum kadının küçük bir Suriyeli kız çocuğuna öfkeyle bağırarak masasından kovmasıdır. Geçtiğimiz günlerin iftar vakitlerinden birinde sözüm ona açların halinden anlamak için bütün gün kendisini açlıkla terbiye ettiğini zanneden o kadının öfkesini kusması halinden bahsediyorum. Neredeyse çatlayana kadar önüne gelen her şeyi yiyen o kadının nefreti genel tablonun resmidir aslında. O zalim surat sadece karşı masamda oturan bir kadına ait değil elbette. Elbette değil çünkü ramazanda alkol alındı deyip birilerinin dükkânını başına yıkan insanlar var hala hem de çok sayıda. Çocuklara tecavüz edilmesini görmezden gelip LGBTİ bireylerin onur yürüyüşüne tehditler savurup, saldıranlar hemen yanı başımızda. Çünkü bu ülke açların halinden anladığını ifade edenlerin beş yıldızlı otellerde iftar açarken, yoksulları mahkûm ettikleri iftar çadırlarını hayırseverlik diye yutturanların ülkesidir biraz da. İftar çadırı kuyruklarında bekleyen ya da kendi evlerinde sade yemek sofraları ile iftarını yapan kimilerinin de oruç tutmadı diye sokak ortasında insanlara saldırıp neredeyse lince dönüşen pratikleri ise artık her yıl alışılagelmiş Türkiye gerçeklerinden. Bizde zaman zaman kitaplar, kitabevleri yakılır zararlıdır diye. Bazen bu da yetmez çeşitli gerekçeler uydurulur insanlar yakılır olanca haliyle insanlıktan çıkılarak. Çünkü bizim buralar polisin gözaltına aldığı gençlere bir tekmeyi de “duyarlı vatandaş” kılıfıyla atanların ülkesidir biraz. Bombalarla ölen arkadaşlarını kurtarmaya çalışan sağ kalanlara tazyikli su ve biber gazının reva görüldüğü zamanların insaniyetinin yaşandığı bir dönemde farklı bir şey beklemenin iyimserliği bizimkisi ne yaparsınız? Her gün onlarca sığınmacının denizlerde boğulduğu memlekette sığınmacılara can yeleği satan bakkalın, ayakkabıcının, marketin, mağazanın insanlığı ne kadar olursa odur bu topraklarda mazlumları karşılayan şey. Ölmedi diye 15 yıl ceza alan Çilem Doğan’a ve eşini öldürüp de sırf kıyafeti nedeniyle iyi hal indirimi alan bir dolu adama uğramış iki farklı adalet anlayışı ile yoğrulmuş topraklardasınız unutmayın. Somada ölen yüzlerce maden işçisinin ailesine isyan etmemeyi telkin edip cennet vaat eden tuhaflıkların kuralları ile şekillenmiş bir adalet bu. Ardından güzel öldüler denilecek yoksullarla ve bombaların patladığı yerde “karanfili fakirler almış ben gül aldım” diyen görgüsüzlükle donatılmış zenginlerin ülkesindesiniz. Söylemesi acı ama sırf bu yüzden tuhaf karşılamayın karşı karşıya kaldığınız zulmü.
Belki sayımız az ama kimimiz sizden özür dileyenlerin tarafındadır ey Suriyeli çocuklar. Belki çok önemli değil ama yine de bilin istedim. Elinizden gelirse sırf yapamadıklarımız yüzünden de olsa bizi bağışlayın ama sizleri ülkelerinizden eden o savaşı çıkaranları, sizleri masanızdan öfke ile kovan o kadını, size şişme botları, can yeleklerini satan üç kuruşluk o esnafları hiçbir zaman affetmeyin. Yüzünüzdeki ince gülümseme ile bizimkilere göz kırpmanız sizin adaletiniz, bizim ise utancımız olmaya devam edecek.