Bu yazıda sizlere yaşamımızın her anında kulağımıza bir şeyler fısıldayan o sesten bahsetmek niyetindeyim. Geçmişten bugüne hafızamda yer etmiş kimi ayrıntılar üzerinden lafı da çok uzatmadan o sese itiraz edenlere ve bir dediğini iki etmeyenlere de iki kelam laf etmeyi deneyeceğim.
Aklımdan hiç çıkmaz ilkokul kitaplarımızın arkasında bulunan haritadaki koca Sovyetler ülkesi. Hakkında hiçbir fikre sahip olmasam da o haritadaki favorim hep Sovyetler olmuştu. Bu nedenle Sovyetlerin yıkılışında sırf bu sebepten yaşadığım hayal kırıklığı da büyük oldu. Ben her şeyden habersiz haritadaki değişikliğe canımı sıkarken dünyanın da dengeleri değişiyormuş, nereden bilebilirdim? Çocuk aklımla Berlin Duvarının yıkılışını da televizyondan izlediğim kadarıyla iyi bir şey zannetmiştim. Tüm bunlar yaşanırken yazının başında bahsettiğimiz o ses, o sıralar bütün dünyanın kulaklarına bir şeyler fısıldıyormuş meğer. Büyük çoğunluk da inanmış belli ki, o sesin söylediklerine. Sonra Körfez Savaşı yılları geldi çattı. Savaş Irak’ta yaşanıyordu aslında. Bizimle ne alakası vardı da memleketçe savaş havasına girmiştik anlamamıştım. Savaş bizim mahallede çıkacakmış gibi tatbikatlar, sirenler, yer altı sığınakları, televizyonda sükut füzeleri, patriotlar, yanan petrol kuyuları ve petrole bulanmış bir denizde çırpınan kuşlar hayal meyal aklımdadır hala. Herhalde o ses o yıllarda 2000 li yılların Irak işgalinde olduğu gibi demokrasiden falan bahsediyordur dünyanın geri kalanına. Aynı yıllarda yeni dünya düzeni diye bir şeylerden bahsedilirdi sık sık. Yaşımız biraz daha büyüdüğünden olsa gerek adının yeni olduğuna bakmaksızın bir puştluk olduğunu tahmin etmiştim bu yeni dünya düzeni denen şeyde. Ne olduğunu tam bilmesem de kendimi “eski dünya düzeninin” tarafında hissediyordum. Biraz araştıralım neymiş ne değilmiş diye iki satır okuyunca gördük ki o gizemli ses “tarihin sonunun” geldiğini söylüyormuş koca dünyaya. Öyle fısıldayarak falan da değil hani bağıra bağıra… Ve anlamıştık ki bu dış ses ne zaman devreye girse birileri muhakkak onun söylediklerine inanır olmuştu.
Lise yıllarımız gelip çattığında “bırak bu işleri, memleketi sen mi kurtaracaksın” diye bir söz modaydı. Bu söz de o sesin başının altından çıkıyordu. Eğitim parasız olsun dedik diye bütün memleketi neden ben kurtarayım oysaki öyle değil mi? O ses, “karıştırma bu işleri öde katkı payını liseye, geç git” diyordu o sıralar. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği kent olan Manisa’da bir de meşhur işkence davası patlak verince, o dış ses bir koroya dönüşmüş, yaşıtımız olan herkesin kulağını çekiyordu. Yıllar ilerledi, Ecevit’in önüne yazar kasa attı bir esnaf. Esnafa ne mi oldu? Bilmiyorum ama kasayı attığıyla kalmıştır herhalde, adamı tutuklayacak değillerdi ya? Ecevit’in demokrasi merakından değil tabi esnafın yaşamına kaldığı yerden devam edişi, az buçuk hukuk olduğundan…
Neyse devam edelim; Irak işgal ediliyordu 2000’lerin ilk yarısında. İtiraz edenin, tezkereye hayır diyenin, barış diyenin vay haline. Çok zor yıllardı, şimdiki gibi değildi tabi o zamanlar. O yıllarda IMF, DB, AB tartışmaları falan olurdu. Arkadaşlarla AB’ye evet diyeni dışlardık, aramızda kalsın. Çünkü o sıralar o çirkin ses AB’ye evet diyordu. O sesi duymamaya kararlıydık. Sonra üniversite yılları gelip çattı işte. Yök kaldırılsın diyorsun, “Yök kalkar mı ulan, al sana gaz bombası” diye karşılık geliyor öteden. Bilimsel eğitim demeyegör, bilimsel yöntemlerle karşılığını fazlasıyla alıyordun. O ses, “karıştırma bilimi” diyor. Okula gidiyorsun “demokratik dekan” ceza yağdırmış öğrencilere. Öyle böyle geçti gitti işte yıllar. Ama o ses hiç susmadı.
Tabi o yılların politik ikliminin de etkisiyle olsa gerek bir kısmı bugünlere kadar ulaşabilen aydın görünümlü, eski solcu havasında bir sürü insanı da tanımış olduk. Bu bir dolu insan kendi kulaklarına fısıldanan şeylere sıradan vatandaşları ikna etmek için canla başla uğraşıyordu. Geçmişlerini gençlik hatası olarak değerlendirenden tutun da, tövbe edenlere, topluma vaaz verenlere kadar uzayan bir listeye isimlerini yazdıran bu tatlı su “aydınları” bugüne doğru biraz daha yaklaştığımızda yetmez ama evet diyecek noktaya kadar evrilmişlerdi. Yetmeyen neydi, evet ne içindi, neden hayır değildi hepsinin bir kılıfı bulunmuştu. Tabi tüm bunların entelektüel bir kisveyle anlatılması zorunluluğu da vardı. Bu sözde aydınların kendileri için hiçbir şey yolunda gitmese bile, kandırdıkları insanları memleketin kaderiyle baş başa bırakıp, kapağı yurtdışına atabilecek imkânlarıyla, memleketin yeniden dizaynına hatırı sayılır bir katkıyı sunduklarını unutmak ne mümkün?
O günlerden sonra tuzu kuru “aydınlardan” aldığı destekle o ses hiç susmadı zaten. Bazen Kadınlar eve kapansın dedi, sen itiraz ettin, birçokları sustu. Tecavüzcünün peşine düştün ama bir ses “iyi hal indirimi” dedi. Tecavüzcü, tahmin bile edemeyeceğiniz kadar kısa bir süre sonra aramızda. Ormanlar talan edilmesin, nükleere hayır, baraj istemiyoruz vs falan dedin. Vay sen misin doğadan, yeşilden, ağaçtan bahseden? Kendisinden iş isteyen vatandaşa üst düzey bir yetkili çıkıp “şöyle bir oyna da görelim” dedi, sen kahroldun, oynayan halinden memnun. Anladın ki o çirkin ses kimleri nelere ikna etmiş. Birisi çıkıp “bakara, makara” dedi, “duyarlı vatandaştan ” tek ses çıkmadı oruç tutmadığı için öldürülen, şiddete uğrayan onca insanın olduğu koca memlekette. Soma’da katliam oldu, madenci yakını meydan dayağı yedi, Soma’nın yarısının umurunda değil, senin payına tazyikli su düştü. O sesin her konuda söyleyeceği bir şey, harekete geçireceği birileri olageldi.
Bugünlere geldiğimizde ise işler iyice karışık sayılır. Bir yazıyla falan açıklanacak türden değil. Zaten bir yazı yazanın, ikinciyi yazıyı ne zaman yazabileceğini kestirmek çok güç. Neyse işte; günler koca koca çelişkileriyle geçiyor. O ses durmadan bir şeyler fısıldıyor insanlara, kimisi tamam diyor, kimisi itiraz ediyor. İyi ki itiraz edenler var diyerek yazıyı bitireyim. Bir sonraki yazıda görüşürüz herhalde, öyle değil mi?