Bundan on beş yıl önce üniversiteyi kazanarak gelmiştim ilk defa İzmir’e. Ankara’dan geldiğim için bu şehir bana aşırı sıcak, aşırı nemli ve aşırı palmiyeli gelmişti. İlk şaşırmam palmiyelere olmuştu. Bundan öncesinde dayımları ziyarete gittiğimizde Antalya’da görmüştüm ilk palmiyemi ama çok küçüktüm. Aklımda kalan şeylerden birisi, bir yerde palmiye varsa oradaki şortlu nüfusu yüksektir olmuştu. Palmiye = medeniyet demek gibi bir şeydi benim için. Çünkü Ankara’da şort giyene bakarlar. Daha sonrasında ise kırmızı ışıkta beklerken öpüşen bir çift görmüştüm, uzun süre onlara baktım (çünkü Ankara’da herkes birbirine bakar, dik dik bakar, yan yan bakar, nadiren de olsa güzel bakar). İkinci şaşırmam ise o çifte değil, o çifte benden başka kimsenin bakmıyor oluşuna ve insanların kırmızı ışıkta beklemesine olmuştu. Dedim ya; Ankara’dan gelmiştim.
Ankara dediysem kuru kuru Ankara değil, şarkılara konu olan meşhur bağların en “cavcaklısı” Çinçin’in dibinden geldim. Bilmeyenlere anlatmaya çalışacağım ama ne bileyim; İstanbul’un Tarlabaşı desem tam karşılamıyor, İzmir’in en tehlikeli yerlerini siz benden daha iyi bilirsiniz, o bile değil! Siz hesap edin! En naif tabir ile sakinliğini çabuk kaybeden bir muhitten geliyorum. Timsah kemirenlerin diyarından geliyorum. Hatta bir rivayete göre antik Çinçin’de 13-14 yaşlarında bıyıkları yeni terleyen saçı üç numara bir delikanlı, “Ateşin var mı gardaş?” diye sorar Prometheus’a. Şaşırır tabii Prometheus, anlam veremez. Daha cevap vermeden dikiş tutmaz bıçağı saplar Prometheus’un baldırına bıçkın delikanlı. Bacağından ılık ılık inen kanın farkına varan Prometheus “bunlar belanın ta kendisi, uğraşılmaz!” diyerek, topallaya topallaya Olimpos’a gider, ateşi çalar ve ilkin Antik Çinçinlinin sigarasını yakar. Mahallede Ankaragüçlü tribüncü bi’ abimizden duymuştum bu hikayeyi, doğruluğundan tam emin değilim. İşte böyle bir ortamdan geldim ben İzmir’e. İzmir ilk başta beni yadırgasa da sonrasında kabul etti. Benim de İzmir’i ilk kabullenişim boyozla başladı. Gayet başarılı bir gıda olduğunu düşündüm. Sonrasında baktım ki Ankara’da olan şeyler İzmir’de de var aslında. Otobüs camındaki insanların alın ve saçlarıyla cam yüzeyine bıraktığı yağlar, çeşitli kamu kurumların ek hizmet binalarında çalışan ve fitilli kadife pantolon giyen ifadesiz memur abiler, yol üzerindeki mobilya galerilerine açıldıkları gün asılan, hiç kaldırılmayan ve ucuna bağlanmış su şişeleriyle savrulan “Kapatıyoruz! Zararına satışlar” brandası… Alışmıştım İzmir’e ama bir yerlerde hep özlüyordum Ankara’yı. Ailem oradaydı, evimiz oradaydı, gezdiğim yerler oradaydı, küçükken Yaysat bayii önünde arcopal kırılmaz otuz altı parça yemek takımı almak için elimizde kuponlarla güneş altında kuyrukta beraber beklediğim arkadaşlarım oradaydı. Yaz tatillerinde önünde yere tükürüp kurumasını bekleyerek zaman öldürdüğümüz bakkalımız da oradaydı.
Altı yıl süren üniversite hayatım bittiğinde Ankara’ya dönmüştüm. Ankara ise kentsel dönüşmüştü. Çinçin yoktu, dolayısıyla özlenecek çok fazla şey de kalmamıştı. Ailem başka bir ile taşındı, dolayısıyla evimiz başka bir ev oldu artık. Gazeteler kuponla bir şeyler vermeyi bıraktı. Arkadaşlarımın büyük bir çoğunluğu evlendi. Mahalle bakkalımız da battı. Onların yerine ne mi geldi? Çeşitli kavşaklara dev ve biçimsiz dinozorlar. Olmayacak yerlere transformerslar. Ankara’nın her bir girişine, neyi anlatmak istediğini anlayamadığımız ayrı ayrı estetikten yoksun yapılar bırakıldı. Ben mi? İzmir’e yerleştim ben. Ama bakkalın önüne atacağım o tükürük ağzımda kaldı.