Yeni bir yıla 'merhaba' derken, hangi çiçeğin yaprağına döksem geçen senenin kirlerini diye düşünüyorum. Yağmur yağar belki, bizim pisliğimiz saçılır çiçeklerin toprağına. Yaşanılan tüm çirkinlikler toprakla birleşip belki bir gülün dikenine, bir karanfilin yaprağına dönüşür. Umuttur işte bir türlü bedenimizi terk etmeyen.
Yeni yılın ilk yazısıyla harflerin dokunduğu herkese merhaba…
Ne yazacağım konusunda kararsız kaldığım bir hafta daha. Yaşları 29 ile 18 arasında değişen gençlere sordum bu haftanın konusunu. İlginç sonuçlara yer vermek istedim. Çok umutsuz ve büyük bir hayal kırıklığı yaşadığına inandığım gençliğin ne okumak isteyeceğinden çok neyin yazılmasını ve gündeme gelmesini istediğinin merak dürtüsü bendeki. Sorduğum soruya verilen yanıtları olduğu gibi aktaracağım.
Sanayinin ağırlıkta olduğu Tekirdağ’da yaşayan eski çalışma arkadaşıma sordum önce, "Bu hafta ne yazmalıyım sence?" diye.
- “Yazmasını da okumasını da çok sevmem, zira zaman da yok zaten. Bizi yaz mesela. Yaz yaz bitmez hem her hafta konu düşünmek zorunda kalmazsın. Sen buradayken 21 yaşında falandım ben. Sen buradayken nasılsak şu an iki kat fazlasını düşün. Ortalama sekiz yıldır hayatımda tek değişen şey evlenmek oldu. Ben o zamanlar annemlere bakmak için 38 saatlik mesailer yapardım. Malum benden küçük kardeşlerim var, anne yaşlı baba desen tek başına yetişemiyor. Şimdi ise ailemin yanı sıra eşim ve henüz iki yaşında olan kızıma bakmak için mesai üstüne mesai ekledim. Hani bizi yönetenlere aldanıp bir de üç çocuk falan yapsaydık yatağı döşeği serecektik fabrikaya…”
Mehmet böyle anlatınca yeni meraklar kapladı içimi. Ben oradayken çalışanlar zorlu bir süreçten sonra sendika mücadelesini kazanmışlardı. O sürecin nasıl geçtiğini ve sonrasında fabrikada yaşananları sordum.
- "Evet sendikanın o zaman bize en büyük faydası, bizi sürekli aşağılayan bir müdür vardı ya, onu işten çıkardılar. Bir yıl kadar maaşlarımıza iyileştirme adı altında ara ara zam yaptılar. Bir yılın sonunda ne sendika kaldı ne de iyileştirmeler. Yine aynı düzene devam ettik. Sen şimdi diyeceksin ki neden? Herkes benden farklı değil. Eve sadece uyumaya gidiyoruz. Onu da birkaç saat uyuduysak kar sayıyoruz. Ertesi gün yine aynı uzun mesailere devam. Ben çorap fabrikasında çalışırken iyiydim en fazla on sekiz saat mesai yaptırıyorlardı, burada öyle değil. Orda en azından on beş dakika da olsa uyuyabiliyorduk, burada sıkıyorsa uyu. Hangi parmağını nereden toplarsın bak gör. Bana sordun ‘ne yazayım’ diye. Yaz bakalım biz bunları hak edecek ne yaptık? Bırak ailemle zaman geçirmeyi, sinemaya, yemeğe gitmeyi, çocuğum, ben yüzünü göremeden büyüdü."
Dağların eteklerini dolanıp farklı bir şehirden on yedi yaşında bir genç kıza sordum aynı soruyu. Sorduğum sorunun aksine aklından geçenleri tek tek ve çok sade bir dille sıralayıverdi. Yaşı küçük olduğu için pembelere boyayarak gök kuşağı renginde kurduğu cümle utandı kendinden, “Şimdi sen bana çok kızacaksın abla ama ben okulu bırakmaya karar verdim…”
Kitabın ortasından döküldü önüme. Hiç yabancı olmadığım ve yıllarca kaçıp kendimi kurtarmayı başardığım her şeyi eteğimin üstüne boşalttı ben ikinci nefesimi alana kadar.
- “Annem şiddet görüyor eşinden ve iki kardeşim var. Ben okulu bırakırsam onu kurtarabilirim ve aynı eve çıkarız...”
İnsan bazen cevaplarını bilse de bir umut belki diye ısrar ediyor. Ben de öyle yaptım. Okulu bırakmasının bir çözüm olmadığını, bir kadın derneğinden destek istemesini önerdim.
Bana ufacık boyuyla ders verdi Merve; “Adım attığımız her yer yardım isteyen kadınların cesetleriyle dolu. Hangisi korundu bu ülkede? Hangisi kurtuldu? Şimdi sen diyeceksin ki ‘ne evli kalması çözüm ne de senin okulu bırakman’ en azından evliyken yapmaz belki cümlesindeki o minicik belki kelimesine sarılıyorum ben, o ufacık kelimeye annem gibi tutunuyorum abla. Sen bilmezsin bizim oralarda aile büyükleri evlen derse evleneceksin. Annem de öyle yaptı. Hatta sonradan sevdi de. Sonuç değişmedi. Şimdi ben on yedi yaşında kimine göre çocuk kimine göre evlenilebilecek kadar büyük bir kadın olarak neye tutunup nasıl davranmalıyım? Bu ülke her gün en az bir kadın ölüyorken ben derslerimi düşünmek yerine annemi nasıl hayatta tutarım diye düşünüyorken, ben daha büyümek ne, çocuk olmak ne onun ikileminden bile çıkamamışken ve bu ülkede benim gibi birçok çocuk kadın varken yazılması gereken bir konu diye düşündüm.”
Merve’nin eteğime döktüklerini yüreğime yükleyip, Mehmet’in anlattıklarını gelecekte yazılacak öyküler heybesine ekleyip haftaya daha güzel yazılarda görüşmek üzere diyorum.