Hangi yüzyılın hangi yılında hayatımıza girdi bu bilmiyorum ama depremzede diye bir kelime var, 29 harfin bir araya gelip içlerinden çoğu harfi silip kalan azınlıkla oluşturduğu kelime ‘depremzede’. Yine azınlıkların, garibanların tutulmuş, uğramış, vurulmuş, yakalanmış hali…
Bu yazıyı yazmaya başladığım günden bir gün öncesi 6 Şubat Kahramanmaraş başta olmak üzere, Adıyaman, Kilis, Diyarbakır, Gaziantep, Osmaniye, Şanlıurfa, Adana, Malatya, Hatay gibi birçok şehrin etkilendiği bir depremin sene-i devriyesi.
Gündem kaybettiklerimiz olunca başka bir şey dökülmüyor sayfaya. Her ne kadar sayfa beyaz olsa da kıymetli zamanınızdan çalıp on dakikayı, karalara boyayacağım bembeyaz sayfayı. Ben karaya boyayacağım sizler de pembe görünümsü hayatlarınızdan on dakikanızı hatırlamaya ayıracaksınız. Ne yazan bana iyi gelecek bu on dakika, ne okuyan sizlere.
Kendi sabah sohbetlerimizde, masabaşı, ayaküstü ya da toplu taşıma sohbetlerinden bir gün sonra, yine saçma bir olaya denk gelip bu kadar da olmaz dediğimiz günün bir gün sonrası, aşkımızdan dem vurup dertlendiğimiz iki üzüme düşüp ağladığımız günden bir gün sonra, borç telaşına, icra derdine düştüğümüz yarın olmayacak diye baktığımız ve korkudan uyuyamadığımız günün birkaç saat sonrası, yarının umutsuzluğunda boğulup bir taraftan umut yaratmak azmi ile gecenin bir vakti çalıştığımız günden birkaç dakika sonra.
Tüm bu yazdıklarımdan sonra sayısını hala bilmediğimiz gerçek sayısı tarih kitaplarında hiçbir zaman yer alamayacak canlarımızı yitirdik.
Öyle bir yitirdik ki tarih kitapları yitirdiklerimizin sayısını yazamasa da bizlerin sessizliğini çığlık atarak yazacak elbet. Bir hafta yas ilan edip sonrasında unuttuğumuz sayısız insanın sesini bir bir nakşedecek içimize.
Bizler burada tatlı tatlı oturduğumuz yerden ufak büyük dertlerimize dert yanıp, bir kurtarıcı bekler gibi ‘düzelmez bu ülke’ diye cümleler kurarken ve umutsuzluğun dibine vururken, ‘sesimi duyan var mı?’ diye bas bas bağıran enkaz altındakinin de enkaz üstündekinin de yakarışlarına ülkeyi yıkmadık ya o sesler gelip bizi boğacak elbet.
Nasır tuttu yüreğimizin her bir tarafı, biz sustukça artan ölü sayısı, biz sustukça artan adaletsizlik, biz sustukça artan kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, işsizlik, açlık liste yazamayacağımız birçok kelimeyle birlikte uzayıp gidiyor. Bizler yazmaktan bile korkarken yarın siyah poşet torbasında kendi sevdiğimizin olabileceğini düşünmek bile istemiyoruz. Oysa gerçek sayısını bilmediğimiz canlarımızın mezarı bile olmadı. Kimisi bulunamadı, kimisi bulunsa da yarım kaldı.
Aşık Serdari’nin iki yüz yıl önce yazılan sözlerin bilmem kaçıncı yüz yılda gerçek olacağı aklımızın ucundan geçmezdi muhtemelen. Kefensiz kaldı sevdiklerimiz, battaniyelerle sokak ortasında bekledi dokunmaya kıyamadıklarımız. Üst üste tanımadıkları bedenlere sarıldılar günlerce. Seslerini duyduk uzakta olanlar videolardan, yakınındakiler kulaklarını tıkadı yardım çığlıklarına çözüm bulamadığı için.
Bizler sadece enkaz altında birkaç insanın sesine sessiz kalmadık o gün. O gün ırmağının akışına öldüğümüz, askeri falan olduğumuz ülke göçük altında kaldı, bayrağına can verdiğimiz can aldığımız ülke soğuktan, açlıktan, yardım gitmediği için öldü.
Biz o gün sayısı belli olmayan binlerce insanımızı değil sadece her insanın kendi tabiriyle kabullendiği vatanı kaybettik. Bizler o gün sustuk ve hala susuyoruz ya nice zedeler görecek, nice zedelerle sınanacak daha çok zede olarak kalacağız. 1834/1835 -1922 ylları arasında yaşamış Aşık Serdari’nin günümüzün tüm zedelerini anlattığı sözlerle karaların yerini yeni beyazlara bırakarak bitireyim yazıyı.
Unutmayalım ve affetmeyelim.
Nesini söyleyeyim canım efendim
Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse bilmiyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim
Serdari halimiz böyle n'olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır elimiz bizim